Agito ergo sum ! -

Orta Amerika

16 Ağustos 2012

İki Şehrin Hikayesi: Valladolid/Cancun

 

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Müzik: Chavela Vargas  - Las Ciudades*

* Şehirler



Hani bazı ebeveynler vardır, çocuklarına öyle isimler koyarlar ki, ya bir dönemin keskin ideolojik yönelimlerini yansıtır veya ağır bir sorumluluk yükler sahibinin omuzlarına.  Burası da öyle işte.

Ferdinand ile İsabel’in evliliğine ev sahipliği yapan ve bu evlilikle İspanya’nın birliği  sağlandıktan sonra başkent olan, fakat yüzyılı tamamlayamadan bir yangınla kül olunca, payitahtı Madrid’e devreden adaşının parlak günlerinde; İspanya’dan kalkıp bu topraklara gelen sömürgecilerin Yucatan yarımadasının ortasında, “Yeni İspanya”nın başkenti olur niyetiyle kurdukları Valladolid, günümüzde sıradan bir Meksika kasabası görünümünde. Oysa Yucatan eyaletinin, bir zamanlar “doğunun Sultanı” ünvanına sahip üçüncü büyük şehri burası.

İlk kurulduğu yer şimdiki konumundan epeyce kuzeyde bir göl kıyısı olmasına rağmen sivrisinek ve nemle başa çıkamayan sömürgeciler bugünkü yerleşim yerinde karar kılmışlar. Kolay olmamış ama, burada yıllardır Zaçi adıyla andıkları ve  yaşadıkları kentlerinin yokedilmesine direnen Mayalar epey bela olmuş ispanyolların başına. Ayaklanmalar, isyanlar acımasızca bastırılıp parlak bir sömürge kentinin harcı karılmış kanla.

Yarımadanın doğu ucundan başlayan ve balta girmemiş bir ormanın ortasında dümdüz uzanan otoyolda birbuçuk saat süren yolculuğumuzun sonunda vardığımız bu kasabada bardaktan boşanırcasına yağan tropikal bir yağmur karşıladı bizi. Yılların renklerini solduramadığı  işlemeli parke taşlarıyla gözalan, geniş avlulu kolonyal dönem yapısı  otelimizin keyfini çıkarırken yağmurun dinmesini bekledik bir süre.  Yağmurun ardından çıktığımız sokaklarda su birikintilerinden atlaya atlaya etrafı keşfe çıktık sonra.

Izgara dilimi gibi dizilmiş sokakların kesiştiği büyük meydana ulaşınca tropikal ağaçların süslediği parkın karşısında bir taş kilise kasabanın tevazusuna zıt biçimde görkemle yükseliyor. Ama dışardaki görkemden eser yok, aksine fakirlik derecesinde bir sadelik var, San Servacio Katedrali’nin içinde.  Katedralin hemen önündeki parkta ise satıcılar, sevgililer, çocuklar, yaşlılar…

Bu meydana on dakikalık bir yürüyüş mesafesinde kentin diğer önemli dini simgesi yer alıyor. San Bernardino de Siena Manastırı. San Bernardino 15.yüzyılda yaşamış bir Fransisken rahip. Kadınlara, yahudilere ve eşcinsellere düşmanlığıyla tanınan bir bağnaz iken ölümünden sonra aziz ilan edilmiş. Meksika’yla bir ilgisi olmamasına rağmen dönemin kolonyal egemenleri için pek muteber olmalı ki Amerika kıtasındaki ilk manastır ve kilise bu İtalyan rahip adına inşa edilmiş.  Manastırın harap taş duvarlarının ötesinde çocuklar, kız-erkek karışık futbol oynuyorlar bağıra çağıra.

Valladolid sokaklarında dolaşırken küçük dükkanlarında hayat gailesiyle meşgul bakkalı, berberi, ayakkabıcısı, terzisi, velhasılı muhtelif küçük esnaf merakla izliyor gezginleri. Ekserisine pek faydası yok turistin ama, gerek el yapımı deri sandaletler gerekse yöreye özgü incecik iplerden örülmüş rengarenk hamaklar müşteri çekiyor bir nebze de olsa. Yucatan‘da en uygun alışveriş noktalarından biri Valladolid. Çünkü sıradan turistler için sadece bir geçiş noktası, dolayısıyla bildik anlamda turistik bir yer değil.  Yarımadanın doğusundan ya da batısından tur otobüsleriyle gelenler  Valladolid‘den geçip gidiyorlar oyalanmadan, kırk-kırkbeş dakikalık mesafedeki antik maya kenti Chichen Itza‘ya.

Oysa çevresindeki diğer maya kentleri ve cenote‘leri ile başlı başına bir çekim merkezi burası. Türkçeye obruk olarak çevrilebilecek, Yucatan‘a özgü bu coğrafi oluşumlar yer altı suları ile beslenen kapalı ya da açık doğal havuzlar. Derinlikleri 30-40 metre olabiliyor. Zaçi senotu, dümdüz bir kentin ortasında birden  karşımıza çıkan  bir çöküntüde yemyeşil bir örtüyle çevrelenmiş 10-15 metre çaplı  bir su  birikintisi. Dışarıdaki kavurucu sıcaktan bunalanlara serinlemek için en iyi seçenek. Yucatan‘da pek çok senot var. Özellikle antik maya yerleşimlerinin hemen hepsinde bir tane bulunuyor. Mayalar için senotlar en önemli su kaynağı, çünkü  yarımada nehir ve göl gibi alışıldık tatlı su kaynaklarından yoksun.

Zaçi senotu daha çok kentin yerlilerine hitap ederken bölgede turistlere yönelik pek çok senot bulunmakta. Hepsine tek tek girip çıkmak hem zaman hem de para olarak mümkün değil. Çünkü Zaçi‘ye sadece yirmi pesoya girilirken turistiklerde giriş ücreti  de 4-5 kat daha pahalı.

Yine de bölgedeki ünlü senotlardan birine girmeyi deniyoruz, neredeyse sabahın köründe. Saat 08:00′ de açılan senota gittiğimizde kimseler yok. Giriş ücretini ödeyip bir mağaraya yöneliyoruz. Aşağıya doğru inen basamakların götürdüğü açıklıkta yapay ışıkla aydınlatılmış dipsiz bir su birikintisi. Tepedeki küçük açıklıktan sadece gün ışığı sızmıyor, kuş sürüleri de girip çıkıyor mağaraya, kimbilir  serinlemek için belki. Fakat buranın esas sakinleri yapay ışıkla rengini değiştiren berrak suyun içindeki siyah balıklar. Kör oldukları rivayet edilen bu  yaratıklar uzun bıyıklarıyla sanki minyatür birer yayın balığı. Sabahın kör saatinde, kimsenin olmadığı bir mağarada, dipsiz bir suda, kapkara balıkların ortasında yüzmek başta ürkütücü gelse de suyun üzerine gerilmiş halatlara tutunarak ilerleyince insan ortamın büyüsüne kapılıyor bir süre sonra.  Bu erken saatte bile dışarıda nemli, bunaltıcı bir hava varken serin sularda bir başına yüzmek acaip bir duygu. Hele ilerleyen saatlerde çoluk çocuk bir turist kalabalığının doluşacağını bilince.

Kalabalığa kalmadan çıktığımız mağaranın dışında  hindistan cevizi satan Meksikalı bir aileye rastladık. Kocaman yeşil yumrular alışkın olduğumuz kahverengi sert meyvelerden çok farklıydı. Ailenin babası elindeki palayla yeşil yuvarlağın tepesini açıp bir kamış yerleştirip sundu bize. Hindistan cevizinin sütü bitince bu kez ikiye böldüğü meyvenin ortasından o bildik beyazıyla hindistan cevizini çıkarıp bir torbaya doldurdu. Üzerine tuz ve kırmızı biber serpeledikten sonra ülkemizde fahiş fiyata satılan misket limonlarından (lime) bir dolu sıkıp naylon torbanın içinde iyice karıştırdıktan sonra ikram etti. Her zaman tatlıyla özdeşleştirdiğimiz hindistan cevizini acı-ekşi-tuzlu yemek ilginçti. Ne yalan söyleyeyim başta iyi bir fikir gibi gelmese de tadına baktıktan sonra bu denemeden memnun kaldık.

Yucatan‘dan ayrılıp ülkenin en doğu eyaleti olan Quintana Roo‘ya vardığımızda çok farklı bir Meksika karşıladı bizi. Uzun bir sahil şeridi boyunca palmiye ve hindistan cevizi ağaçlarıyla süslü bulvarlarda yoğun bir tatilci trafiğinin ortasında yol alarak kıyıda dizili lüks otellerin arkasında saklı Meksika körfezini gözucuyla bile göremeden Cancun’a vardık.

Cancun turistler için yaratılmış bir merkez. Bir tarafında Meksika körfezinin turkuaz rengi mavi yeşil suları diğer tarafında pek çok tatlı su lagününün yer aldığı 25 kilometrelik upuzun adayı doldurmuş  çok yıldızlı oteller, alışveriş merkezleri, restoranlar, gece klüpleri. Mayaların torunları ise buraların asgari ücrete talim eden  çalışanları. Cancun kent merkezine gitmek üzere  bindiğimiz belediye otobüsü  -ola ki turistler biner diye herhalde- yeni ve bakımlıydı ama, otobüsün esas müşterileri yine  lüks otellerin çalışanlarıydı.

Turizm merkezinden kent merkezine, başka deyişle turizm adasından anakaraya geçtiğimiz anda ortaya çıkan manzara değişikliği çarpıcıydı. Üzerlerinde Collectivo yazan kırık dökük minibüsler ülkemizden iyi bildiğimiz dolmuşlar olarak seyrüsefer ederken kentin diğer bölgelerine hizmet veren belediye otobüsleri de bariz eski ve bakımsızdı. Otobüsün son durağında inip de yürümeye başladığımızda ise bakımsız sokaklarda, sağlıksız çocuklar, yoksul insanlar çıktı karşımıza. Çin malına rastlamadan alışveriş yapılabilecek ucuz çarşılar ve elbette turistlere mutlaka bir şey satmak isteyen satıcılar. Bir malın fiyatını sorduğunuzda onu almadan ayrılmanız imkansız. Çünkü ilk duyduğunuz fiyata dudak büküp ilerlediğinizde yanınızda biten satıcı hemen yarı fiyatı söylüyor, ona da eyvallah etmezseniz bir indirim daha, baktı çok inatçı çıktınız, son sorusu “Kaç para verirsin? “ Laf olsun diye bir meblağ söylerseniz eğer, üstüne sıkı bir pazarlıkla,  on -yirmi peso daha ekleyip işi bağlıyor mutlaka.

Cancun kıyıları pek çok lüks otel ve rezidansa ev sahipliği yapsa da kumsallar herkese açık, en azından görünüşte. İnce uzun adanın diğer yanında yer alan lagüne uzanan kara parçalarının hemen hepsine birer AVM kondurulmuş. Etrafta bu devasa merkezlerden bağımsız dükkanlar ve lokantalar da var. Meksika mutfağı bilindiği üzere acının egemenliğinde. Hemen her restoranda yemek ile birlikte biri yeşil biri kırmızı iki farklı sos ikram ediliyor. Tortilla adını verdikleri mısır unundan yapılmış küçük lavaş ekmekleri de olmazsa olmazlardan.

En ilginç olanı ise kaynana dili olarak bildiğimiz yeşil kaktüslerden yapılan yemekti. Meksikalıların nopalitos olarak adlandırdıkları kaktüs yapraklarının ekşi kaygan tadı meraklısına güzel olmalı ki süpermarketlerin sebze reyonlarında bolca bulunuyor.  Gezinirken gördüğümüz döner tezgahları “etrafta memleketten biri mi var?” sorusunu sordursa da alışık olduklarımızdan farklı, kıpkırmızı, muhtemelen acıdan. Oturup biraz  eli yüzü düzgün bir yerde yemek yerseniz Mariachi olarak adlandırılan müzisyenlerin oluşturduğu folk grupları yanınızda bitiveriyor, ama söyledikleri her şarkı bahşişi  hakediyor. Bu müzisyenlerin özgün giysileri, küçük orkestralarının yerel çalgıları, Meksikalılara özgü güçlü bir hançereden süzülen şarkılar buranın keyfini çıkarmak için bire bir.


Cancun sahilinin az ilerisindeki Kadınlar Adası, Isla Mujeres bölgede konaklayanlar için önemli bir ziyaret noktası. Adada  pek çok ıvır zıvırın satıldığı hediyelik eşya satan dükkanlar dışında pek bir şey yok ama çevresinde muhteşem bir deniz ve mercan resifleri var. Kıyıdan hareket eden katamaran tipi tekneler resif bölgesinde uzun bir yüzme molası veriyor. Deniz gözlükleri, şnorkeller ve can yelekleri şirketten. Can yeleği zorunlu çünkü iki metrelik sığ sularda yayılan mercanlara yaklaşmak yasak. Sahil güvenlik tekneleri arada bir yanaşıp denetliyorlar. Dibe dalmak şart değil, çünkü zaten çok derin olmayan suda, dipteki mercanlardan çok etrafında gezinen rengarenk balıkların görüntüsüne dalıyor insan ister istemez.

Adanın tropikal plajlarında da manzara farklı değil, tek tük de olsa resiflerde dolaşan balıkların benzerleri bu kıyılarda da geziniyor. Arkada uzun ince gövdeleriyle dizilen palmiyelerin önünde bembeyaz kumlarıyla uzanan sahilde yatmak, turkuaz maviliklerde serinlemek ömre değer.

Çok geniş bir coğrafyaya yayılıyor Meksika. İki okyanusun ortasında, kendi başına bir kıta neredeyse. Birbirine pek de uzak olmayan iki şehirde bile çok farklı insanlar, apayrı hayatlar, bambaşka dünyalar var.

Hayata ve doğaya dair keşfedecek çok şey var  bu topraklarda, meraklısına elbet.


 


 

 

 




  1. cok guzel yuce, eline diline saglik :)

    Comment by yesim — 27 Eylül 2012 @ 22:10
  2. Sadece yazı değil, fotoğraflar ve müzik de muhteşem.

    Comment by İdil Tekin — 01 Ekim 2012 @ 11:51
  3. Muy lindo…Fantastico..Çok lezzetli bir belgesel hazırlamışsınız tebrikler…Müzik bir başka güzel ve çok güzel düşünülmüş.Devamı olur umarım…Muchos Gracias!

    Comment by SKAFKAS — 01 Ekim 2012 @ 15:00
  4. Yazı güzel fotoğraflar çok kaliteli ve yazı içerisine çok iyi yerleştirilmiş. Eline sağlık.
    Cüneyt

    Comment by Cüneyt — 07 Ekim 2012 @ 20:03
  5. GİDESİM,GÖRESİM GELDİ.SAĞOLASIN.

    Comment by bülent — 19 Ekim 2012 @ 06:39
  6. Yüce, yazdıklarını okuyup, müziği dinleyince meksikaya gitme hayalleri kurmaya başladım ve emekli olma isteğim depreşti.Zaman geçiyor ve ne çok görülecek muhteşem yerler var telaşına düştüm. Eline sağlık çok güzel olmuş.

    Comment by hatice mavioğlu — 19 Ekim 2012 @ 07:25
  7. Gezilerinizin ve yazılarınızın devamını diliyorum.

    Comment by gülay — 19 Ekim 2012 @ 10:55
  8. Okumaya başlayınca bitirmeden durulamayan bir yazı olmuş yine. Pek çok kişinin gidip gezdiği ama görmediklerini yazmışsın sevgi, ilgi ve merak dolu bir dille. Eline sağlık sevgili dostum.
    Tufan

    Comment by L. Tufan KUMAŞ — 22 Ekim 2012 @ 08:02

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL