Agito ergo sum ! -

Avrupa

04 Aralık 2015

Canterbury Hikayeleri

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Müzik: Artefactum-Llgada al Mercade de Oxford


Bir haziran sıcağında indik trenden, öğle saatlerinde. İstasyondan çıkıp  ıssız sokaklarda dolandık “Batı Kapısı”na varıncaya dek. Roma egemenliğindeyken şehri çepeçevre saran surlar, yıllara direnemeyip yıkılınca orta çağda onarılmış; onarılırken de görkemli kulelerin eşlik ettiği kapılarla süslenmiş ama modern zamanları yedi kapıdan biri görebilmiş ancak.

Orta çağda idamlıkların kapatıldığı bir hapishane iken günümüzde zırhların ve silahların sergilendiği küçük bir müzeyi barındıran bu yapı, şehrin ana girişinin simgesi. Öyle ki ortasından ve yanından geçen yollar nedeniyle otomobilsiz bir görüntüsünü yakalamak zor.

Batı kapısından sağa dönüp güney yönünde biraz ilerleyince Canterbury‘nin  namlı bahçeleri -Westgate gardens- uzanıyor nehir kıyısında. Akarsudan yayılan serinlik sıcağın etkisini azaltıyor bir nebze olsun. Bölgenin başlıca su yollarından biri olan Stour nehrinin berrak sularında yöreye özgü altı düz sandallarla sefa sürmek yaz günlerinin olağan uğraşlarından burada.

Şehrin ana caddesinde, sokaklarında, kafeteryalarında, parklarında gençlerin çokluğu dikkat çekiyor. Çünkü, Kent vilayetinin ortasında tarihi bir merkez olmanın ötesinde, otuz bin civarında öğrenciye ev sahipliği yapan dört üniversitesi ve orta öğretime yönelik kolejleriyle capcanlı bir öğrenci şehri Canterbury.


Erkek öğrencilere özel bir yatılılı okul olan The King’s School İngiltere’deki en eski okul olmasıyla ünlü. Bu okulun fikir babası aziz Augistin ise şehrin alamet-i farikası olan katedralin de kurucusu. İddiaya göre, Roma esir pazarında, Britanya’dan getirilmiş köleler arasında gördüğü Anglus esirlerinin güzelliğinden etkilenen Papa I. Gregory tarafından hristiyanlığı tesis etmek üzere İngiltere’ye gönderilmiş aziz Augistine. Katedral, İngiliz Anglikan kilisesinin dini merkezi olarak faaliyet gösterirken bu kilisenin kurucusu olarak başpiskopos ünvanı ile onurlandırılan aziz Augistine‘nin naaşı, bölgede dini faaliyetlerine başladığı yer olan Saint Augistine Abbey manastırının kalıntıları arasında kalmış günümüzde.

Canterbury katedrali, bir dini merkeze yaraşır görkemde yüksek tavanlı, devasa bir taş yapı; mermer ve cam işçiliği göz alıcı. Ortaçağın isimsiz cam ustalarının eseri olan ve dini figürlerle bezeli, rengarenk vitraylardan süzülen ışık taşın soğukluğunu unutturuyor insana. Büyük yangınlara maruz kalan, nazi bombardımanından kıl payı kurtulan katedral zaman içinde epeyce hasar görmüş ama başarılı bir restorasyon ile hayata döndürülmüş sonradan. Restorasyon için 2006 yılında iskele kurulduktan sonra farkına varılan, tavan civarındaki sekiz yüz yıllık dökme demir bağlantılar, günümüz yapılarında sıkça kullanılan  “uzay kafes” modelinin en eski örneği olarak tescil edilince dünya mimari tarihi de değişmiş ister istemez.

Katedralin içerisinde ruhban sınıf ile halkı ayıran bir kademe işlevi de gören koro bölmesi, gotik taş işçiliğinin hünerlerini sergileyen ihtişamlı bir yapı. Arkasında yer alan Trinity Şapeli ise hem katedralin en kutsal kısmı, hem de UNESCO Dünya Kültür Mirası listesinde.

Ülkesinde laik bir yargı sistemi kurmaya çalışan kral II.Henry‘ ye rağmen, kilise mahkemelerinin muhafazası için direnen başpiskopos Thomas Beckett, kralın bir sözünden vazife çıkaran dört şövalye tarafından 29 Aralık 1170′de katedralin içerisinde öldürüldükten sonra inşasına başlanmış şapelin. Yapıldıktan yıllar sonra da, bir din şehidi olarak aziz mertebesine yükseltilen başpiskoposun cenazesi nakledilmiş şapele. Ardından  İngiliz hristiyanlarının  vazgeçilmez hac mekanı oluvermiş kısa sürede. Nakilden 300 yıl kadar sonra, dönemin kralı VIII.Henry’ nin emriyle cenaze şapelden çıkarılmış ve azizin kemikleri dahi yok edilmiş olsa da bu gün orta yerinde her daim bir mum  yanıyor Thomas Beckett için.

Katedralin hacılarca dolup taşması döneme damgasını öyle vurmuş ki tüm zamanların en acaip yol hikayelerinden biri ortaya çıkmış. Kralın iç oğlanlığından silahtarlığa, memurluktan elçiliğe uzanan renkli bir yaşamın ardından yazarlıkta karar kılan Geoffrey Chaucer bu hacıların renkli, garip ve şaşırtıcı öykülerini anlatmış Canterbury Hikayeleri adlı eserinde. İngiliz edebiyatında rönesansın habercisi olan bu eser bir handa konaklayan hacıların birbirlerine anlattıkları değişik öykülerin toplamı. Hac yolcuları ise şövalyesi tüccarı, keşişi rahibesi, değirmencisi aşçısı, mübaşiri  avukatı, çeşit çeşit insandan oluşan karman çorman bir kafile.

Bu denli tarihsel önemine karşın basit, sade ve eski bir kasaba görünümünde olan Canterbury, her yıl Ekim ayında gerçekleştirilen uluslar arası sanat festivaliyle, manzaralı yürüyüş güzergahlarıyla, çeşitli bisiklet rotalarıyla, yakındaki plajlarıyla gezginler için de bir hac mekanı olmayı hak ediyor, hele Londra‘ya trenle 1- 1,5 saat mesafede olduğu düşünülürse.

 

Thomas Beckett

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL