Agito ergo sum ! -

Türkiye

15 Nisan 2015

Süveydiye’de Artakalanlar

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Müzik: Komitas Vardapet -Dle Yaman

Duduk: Lévon Minassian

 

Ab-ı Hayat Çeşmesi’nin arkasında gördüğümüz iki katlı taş yapıya bakıyorduk birlikte.

Bu ev benimdi” diyerek yutkunup anlatmaya başladı.

Müze yapılacak diye 20 bin lira bedelle kamulaştırılmış önce kaymakam tarafından. Sonra bir sabah tahliye emriyle jandarmalar gelmiş, kapıya dayanmışlar.

Yapmayın, etmeyin” demeye kalmadan evden çıkartılmışlar, eşyaları dışarıya bir köşeye yığılmış.

Benzin döküp eşyalara çaktım kibriti o öfkeyle…Üç gün sonra da anam kahrından öldü” diyerek söze noktayı koydu Pala.

Duyduklarımıza inanamadık bir an, emin olmak için tekrar sorduk; hiç gocunmadan, gücenmeden itimatsızlığımıza aynı şeyleri yineledi. Buraların yakın tarihi malumumuzdu ama günümüzde olup bitenden bihaber olmaktan utandık ister istemez. Kaymakamın tayin olup gitmesi,  o gittikten sonra müze işinin tavsaması çok şaşırtıcı değildi ama, o kaymakamın yeni görev yerinin yaşadığımız kent olduğunu öğrenmek garipti doğrusu.

Bu toprakların, bu topraklarda yaşayan insanların devletle ilişkisi hep böyle sıkıntılı olmak zorunda mı diye düşünmeden edemiyor insan.


Yüz yıl önce, yedi köyün Ermeni ahalisi Musa dağına çıkar Osmanlı hükümetinin tehcir kararına direnmek için. Her boğazını tanıdıkları, her uçurumunu bildikleri dağda siper kazar, barikat kurarlar.  Osmanlı, 200 askerden oluşan küçük bir birlik gönderir önce üzerlerine, çarpışırlar. Püskürtüler askerleri.

Kırk dört gün dağda kalır kadın, erkek, çocuk toplam 4058 kişi. Ayaklanmayı bastırsın diye gönderilen takviye ordu birlikleri erişmeden hemen önce sahile yanaşan Fransız donanma gemilerine binerek Mısır’a, Port Said’e giderler. Savaştan sonra geri dönerler Fransız egemenliğindeki Süveydiye’ye. Yirmi yıllık Fransız mandasının ardından 1938′de kurulan Hatay Cumhuriyeti’nin, bir yıl sonra Türkiye’ye katılma kararı vermesi üzerine, artık bir arada yaşama ümidini yitirmiş pek  çoğu terk eder Süveydiye’yi, bir daha dönmemek üzere.

Terk edilen köylere yeni sakinler yerleşir, köylerin isimleri değiştirilir birer birer. Kebusiye Kapısuyu olur, Hacıhabipli Eriklikuyu. Bityas önce Batıayaza sonra Teknepınar’a dönüşür. İsmini Hızır’dan alan Hıdırbey ile Yoğunoluk ise aynı adlarla devam ederler yaşamaya.

Zamanında Yoğunoluk’un bir mezrası iken Sultan II.Mahmud tarafından Mihail isimli bir hristiyan Arap’a vakfedilince “Vakıf” adıyla anılmaya başlayan Vakıflı köyü dışındaki altı köyün Ermeni ahalisi göçer temelli. Kalanlar da orada toplanınca, Türkiye’de Ermeni halkın toplu halde yaşadığı tek yerleşim yeri olarak kalır Vakıflı köyü.

Aziz Simon manastırı nedeniyle halk arasında Simon dağı da denen Musa dağı eteklerindeki Süveydiye’ye ise Samandağ ismi uygun görülür devlet tarafından.

Kütüb-i sitte’de yer alan bir hadiste anlatıldığına göre

“Musa Beni İsrail`e hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine, “insanların en bilgini kimdir?” diye soruldu. O: “Benim” diye cevap verdi. Cenab-ı Hak, “Allahu a`lem (en iyi bilen Allah`tır)” demediği için Musa`yı azarladı. Ve: “Mecme’ul bahreyn (iki denizin birleştiği yer)’de bulunan bir kulum senden daha alimdir” diye ona vahyetti”

Vahiye uygun olarak yollara düşen Musa Süveydiye’de konakladığı bir köyde, erzak torbasından pınara düşen kurutulmuş balığın canlanarak yüzdüğünü, yere sapladığı asasının ertesi sabah yeşerdiğini görünce doğru yerde olduğunu anlar. Hıdır (Hızır)  ile Musa’nın buluşması dini kıssalara konu olurken iki denizin birleştiği yerdeki dağ Cebel-i Musa (Musa Dağı) diye anılır o günden sonra. Balığın düşüp canlandığı pınarın kaynağında “Ab-ı Hayat Çeşmesi” akarken günümüzde, yanı başında da asadan yeşeren koca çınar, “Musa Ağacı” yükseliyor Hıdır Bey köyünde.

Koca çınarın gövde çevresi 20 metreye yaklaşıyor. İddia edildiği kadar yaşlı değilse de 1000 yaşında olduğu hesaplanmış. Gövdesinde yaşlılığın izlerini taşıyor. Dere ıslahı sırasında kökleriyle birlikte gövdesinin bir kısmı da toprak altında kalmış. O, toprak altında kalan kısımda öyle kocaman bir kovuk varmış ki, zamanında berber dükkanı olarak kullanılmış Pala’nın söylediğine göre.

Pala’yla vedalaşıp Hıdır Bey köyünü arkamızda bırakıyoruz. Biraz sonra Vakıflı köyündeyiz.

Bir cumartesi sabahının dinginliği içinde sessiz sedasız bir köy karşılıyor bizi. Köyün girişinde yer alan kiliseyi ziyaret ediyoruz önce.

Surp Asdvadzadzin yani Aziz Meryem Ana Kilisesi 1997 yılında restore edilmiş kilise vakfı tarafından. Kilisenin hemen altındaki yapı ise pansiyon ve kafeterya olarak düzenlenmiş. Avluda da köyde üretilen ürünlerin sergilendiği bir satış yeri var. Likörler, nar ekşileri, reçeller dizilmiş boy boy.

Kavanozların, şişelerin üzerinde tek veya çift haneli sayıların yazıldığı küçük etiketler var. Bunların zannettiğimiz gibi fiyat etiketi olmadığını, hazırlayan kişinin anlaşılması için konmuş numaralar olduğunu öğreniyoruz sonradan. Köyün kadınlarının evlerinde hazırladıkları ürünler kadınlar kolu tarafından satışa sunuluyor ziyaretçilere.

Gezinin sonunda az ilerideki köy kahvesinde mola veriyoruz. Bir kaç müdavim, bir kaç gezgin içeride. Çaylar içiliyor, iskambil falı bakılıyor, sohbetler ediliyor. Fakat masanın başında çay beklerken  etraftaki kokuya kayıtsız kalmak ne mümkün. Kahvenin altındaki yamaçtan gelen ekmek kokusu tok olduğumuzu unutturuyor. Oracıkta açıverdikleri hamurla Banrıhuts denen ekmekleri yapıyor iki kadın. Yörenin meşhur sürk peynirini -biberli, baharatlı lor topaklarını- ufalayıp hamura üzerinde zeytinyağı gezdiriyorlar. Sonra taş fırındaki odunların alazında çabucak pişiyor hamurlar.

Çokluk, o hep korkulan, çekinilen çok kültürlü yaşamın, insanlık mozaiğinin keyfini tatmak için biraz da yemek gerekiyor. İnsana bizzat damağında hissettiriyor o zenginliği bu yörenin yemek kültürü. Öyle ya, birinin hazırladığı nefis bir yemeği yerken kötü bir şey hissedebilir mi insan ötekine.


 

 

Vakıflı Köyü




 

 

 

 


Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL