Agito ergo sum ! -

Avrupa

12 Ekim 2014

Bavyera’da Beşinci Mevsim

 

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Müzik: Will Glahe- Rosamunde (Beer Barrel Polka)

Almanların Hauptbanhof dedikleri merkez istasyonuna girdiğimizde karşılaştığımız manzara hepimizi şaşırtmıştı. Şaşırtıcı olan hem hafta ortasında, daha çalışma saatleri sona ermeden toplanmış kalabalık  hem de kalabalığı oluşturanların neredeyse tek tip giyim tarzlarıydı. Kahverengi güderiden askılı kısa pantolonları, pötikareli gömlekleri ve süslü yün çoraplarıyla erkekler, karpuz kollu beyaz gömleklerinin üzerinde  canlı renklerden seçilmiş elbiseleri, beyaz önlükleriyle kadınlar  bir figüran kalabalığıydı da sanki biz de bir film setindeydik. Oysa kıyafetlerimiz uymasa da amacımız bu kalabalıkla aynıydı: bir sonraki metro durağı, Theresienwiese.

Kral I.Ludwig’in 12 Ekim 1810’daki taç giyme töreni ile aynı anda yapılan evlilik törenini kutlama amacıyla düzenlenen at yarışları ve şenlikten  köken almış iki yüz yıllık bir festival Oktoberfest.

Törenden beş gün sonra, 17 ekimde yapılmış kutlamalar izleyen yıllarda zenginleşerek gelenekselleşmiş. At yarışları 1938’de ortadan kalkmış ama şenlik kesilmeden devam etmiş bugüne kadar. Şenlik alanına da müstakbel kraliçe Therese’nin onuruna Theresienwiese yani “Therese çayırı” adı verilmiş.


Bir zamanlar çayır olan şenlik alanı daha çok bir lunapark günümüzde. Etrafı dolduran lunapark oyuncakları yükseklik ve hızlarıyla adrenalin tutkunlarına meydan okuyor. Bizim gibi adrenalinle işi olmayanlar içinse her çeşit etin ızgara dumanının yükseldiği bira bahçeleri ve devasa bira çadırları var. Her birisi kendi başına birer alameti farika olan bira üreticilerine ait  bu yapılar ön cephelerindeki renkli süslemeleriyle çadırdan fazları bir usta işi görünüm sergiliyorlar.

Önceden rezervasyon yaptırmamışlar için çadırlarda oturacak yer bulmak olanaksız. Rezervasyon ise bazı çadırlarda en az altı bazı çadırlarda en az on kişilik gruplar için yaptırılabiliyor. Bu sayılara ulaşamayan küçük grubumuzun şansına Löwenbrau’nun bahçesinde yer bulmayı başardık. İçerideki canlı müziğin dışarıya aktarıldığı bahçede birer litrelik koca cam bardaklarda sunulan biramızı yudumlarken her birimiz meraklı gözlerle etrafı izliyorduk.

Bira çadırlarının arasında uzanan yol tam bir piyasa yeri. Üzerlerinde -başta ich liebe dich olmak üzere- çeşitli mesajların -yazılı olduğu kalp şeklindeki Oktoberfest çörekleri, şenliğin ruhuna uygun şapka ve kıyafetler, aksesuarlar, hediyelikler yol kıyısına dizilmiş tezgahlarda alıcılarını bekliyor. Sıra sıra dizilmiş atların çektiği bira fıçılarıyla yüklü araba yanı başındaki çığırtkanların gayretleriyle zorlukla ilerliyor kalabalığın arasında.

 

İsmi bir ekim ayı şenliğini çağrıştırsa da aslında eylülde başlıyor festival. Bunun sorumlusu Bavyera’nın dillere destan soğuğu. Kış erken gelip de eğlencenin keyfini kaçırmasın diye yıllar içinde festival öne çekilmiş.  Ekim ayının ilk pazarında sona erecek biçimde eylülde bir cumartesi günü başlayan festival onaltı gün sürüyor. Bu on altı gün tüm şehir bir şenlik alanı gibi. Festival alanında olduğu kadar çok olmasa da geleneksel Bavyera giysileriyle dolaşan insanlar Münih’in kalabalık cadde ve meydanlarında da görülüyor. Marienplatz ve etrafındaki sokaklarda festival karmaşasından uzak biçimde ama Oktoberfest ruhuyla biraları yudumlamak ve Bavyera çeşnilerinden tatmak mümkün. Oktoberfest’in kökeni kraliyet töreni kutlamalarına bağlansa da daha eski bir geleneğe uzanması kuvvetle muhtemel.

Hristiyan geleneğinde karnavallar Hz.İsa’nın çölde aç geçirdiği kırk günü kutsamak üzere oruç tutulan büyük perhiz döneminden hemen önceye denk düşüyor ve Oktoberfest için de kullanılan “Beşinci Mevsim” tanımıyla adlandırılıyor. Perhiz döneminde katı gıda tüketmeleri yasak olan Paulaner rahiplerinin ürettikleri Doppelbock yani çift tayınlı bira rahiplerce “sıvı ekmek” olarak tüketilmekle kalmamış beşinci mevsimin en meşhur bira markalarından biri olmuş günümüzde.

Bavyera’da bira işinde rahipler önemli rol oynamış hep. Onaltıncı yüzyılda Münih’te üretilen biralar Bavyera dükü V.Wilhelm’in ağız tadına uymadığı için aşağı Saksonya’dan ithal biralarla susuzluğunu gideren dük, kent konseyinin kendi biralarını yapma fikrine kucak açmış ve Geisenfeld manastırının bira ustası Heimeran Pongraz’a, Alter Hof’da bir bira imalathanesi kurdurmuş. Hofbrahaus’un ilk ale tipi esmer birası burada üretilmiş. Dük’ün oğlu I.Maximillian’ın ağız tadı ise beyaz buğday birasının üretilmesini sağlamış. Böylece Bavyera kraliyet birası olarak ünlenen Hofbrauhaus (HB) I.Ludwig zamanında halka açılmış ve o günden bu yana da müşterilerini şimdiki yerinde ağırlıyor. Hofbrauhaus‘un tarihsel önemi bununla sınırlı değil. İlk dünya savaşının ardından Almanlar’ın mağlubiyet hissinden kurtulmak için toplandığı mekanlar olmuş birahaneler. İlk söylevini Şubat 1920 de Hofbrahaus‘un üçüncü katında toplanan yetmiş kişilik bir topluluğa veren Adolf Hitler üç yıl sonra bu biraevinin önünde topladığı ikibini aşkın kalabalığa  Alman İşçi Partisi’nin bundan böyle Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi olarak faaliyet göstereceğini duyurmuş ve yeni partinin 25 maddelik programını ilan ederek Nazi partisini resmen kurmuş. Nazilerin, tarihe “birahane ayaklanması” olarak geçen darbe girişimi de üç yıl sonra 8 Kasım 1923′de yine Münih’te bir başka birahanede (Bürgerbraukeller) gerçekleşmiş. Hitler başarısız darbe girişimi nedeniyle beş yıla mahkum edilse de ülkedeki milliyetçi iklimin etkisiyle birkaç ay göstermelik cezaevi gözetiminden sonra serbest bırakılmış. Münih’e dair iki “eser” bırakmış Adolf Hitler. Biri Hofbrahaus‘un suluboya bir resmi öteki de nazilerin ilk toplama kampı Dachau.


İkinci dünya savaşında neredeyse tümü yıkılan bu kentin acılı geçmişi Oktoberfest günlerinde pek hatırlanmıyor. Zaten festivalin ruhuna aykırı. Bu günlerde Münih’te bir seyyah için biralardan uzak kalmak imkansız. Şehrin her yerinde festival ruhu insanı sarıyor ve aslında kentin hakkını vermeyi önlüyor. Yine de bir kent turu yapmayı başardık kısa bir zaman aralığında. Marienplatz’daki eski ve yeni belediye sarayları (Rathause), ikiz kuleli kilisesi (Frauenkirche), Odeonplatz’da bu gün Rezidanz Müzesi olarak korunan kraliyet sarayı, kent merkezinde dört kilometrekarelik bir yemyeşil bir alana yayılan İngiliz bahçesi (Englischer Garten) Münih’te Oktoberfest dışında da görülecek çok şey olduğunun somut kanıtları.

Theresienwiese’de Löwenbrau ile yetinmeyip Nymhenburg Sekt çadırında bir bar taburesine ilişmeyi başarınca uzayan gece ve mebzul biranın ertesinde tüm yorgunluğumuza rağmen, eski bir dost tavsiyesine uyup yaptığımız gibi bir buçuk saatlik bir yolculukla Garmisch-Partenkirchen’e gitmek de mümkün. Funiküler (Cogwheel) tren ile iki bin metrelik bir tırmanıştan sonra Almanya’nın zirvesindeyiz. Avusturya sınırı yakınlarında, 2961 metre ile ülkenin en yüksek noktası olan Zugspitze’ de manzara görme umudumuz sis ve yağmur nedeniyle boşa çıksa da teleferikle hızlı bir iniş yaptığımız Eibsee’deki dağ ve göl manzarası hem şansızlığımızı hem de yorgunluğumuzu yeterince telafi etti.

Marienplatz‘da bir veda birasının ardından başlayan dönüş yolculuğunda, birbirimize söylemesek de hepimizin aklındaki soru aynı muhakkak: Seneye de açılışa, ilk fıçı açılırken gelsek… Fena mı olur?

  1. Sevgili dostum kalemine ve yüreğine sağlık.
    Gerçekten de “geziyorum öyleyse varım” denecek kadar dolu ve içten kaleme alınmış anlatı için kutluyorum. Siteni keyifle takip ediyorum.
    İyi ki varsın be yau…

    Comment by mehmet uhri — 18 Aralık 2014 @ 10:21

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL