Agito ergo sum ! -

Afrika

08 Mart 2011

Güneşin Doğduğu Yer -Mpumalanga

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan
 

 

Yıllardır duyarız ya istanbullulardan: Bu bayram güneye gidiyoruz diye. Bilinç altımıza işlemiş olmalı. Çıktık biz de yola: güneye, ama az biraz abarttık.

İlk durak Dubai üzerinden Johannesburg. Türkiye ile saat farkı yok, pazar günü öğle üzeri vardık. Havaalanında bizi bekleyen 60-65 yaşlarında, beyaz bir hanım. Hem rehber hem sürücümüz “driver and guide”. Havalanından bindiğimiz minibüs ile genel bir şehir turu. Güney Afrika’ya ilişkin ilk izlenimler: Ortasında kulelerden ve modern binalardan oluşan şehir merkezi, çevresi “tenekeli mahalle”. Bizim tenekeli mahalleler epeyce lüks kalır yanlarında. Tedirgin edici bir hava. Üstelik gündüz vakti “kapıları kilitliyorum, pencereleri açmayın” uyarısı alınca daha bir huzursuz hissediyor insan kendini. Çünkü bariz bir farkımız var: Beyaz ten.

Şehir merkezinde gösterişli yapılar: Ünlü elmas şirketi De Beers’in tüm yüzeyi camla kaplı, kesme taş görünümlü binası, Nelson Mandela Meydanı’nda pahalı oteller, şehir sakinlerinin “üç çirkin kız kardeş” olarak adlandırdığı üç taş bloktan oluşan hastane,
Fakat sokaklar ıssız, yer yer siyahların oluşturduğu nispeten kalabalık mahalleler, etrafta yürüyen beyaz tenli görmek neredeyse olanaksız. Bir meydanda ellerindeki silahları havaya kaldırmış gibi  gözüken 3 siyah bedenden oluşan madenciler anıtı bu bölgedeki maden zenginliği konusunda uyarıcı. Johannesburg dünyanın en zengin maden bölgelerinden. Elmas, altın, gümüş, demir, kömür, bakır, platin madenleri bölgenin zenginlik kaynakları. Ama zenginlik kent sakinlerinin değil çokuluslu şirketlerin beyaz temsilcilerinin elinde daha çok. Şehir turunun ardından vardığımız otelimiz ülkenin geçmişine de ışık tutuyor. Bir zamanlar kıyıcı bir ingiliz valinin malikanesi olarak kullanılmış bu Viktorya tarzı eski yapı,  çok güzel bir bahçenin ortasında yer almakta. Otele girdikten sonra tedirginlik kayboluyor ama, iki kadeh Amarula’nın da etkisiyle kent merkezi gitmek isteyeceğiniz bir yer değil artık.
Sabah erken saatte sürücü/rehberimiz kapıda. Eşyalarımızı minibüse yükledik ve kuzeye doğru yola çıktık. Yol boyunca tenekeli mahalleler. Yer yer, eski derme çatma mahallelerin yerine bizim “afet konutları” diyebileceğimiz tarzda tek katlı, küçük betonarme konutlardan oluşan mahalleler, devlet tarafından yapılmış. “Her Güney Afrika Cumhuriyeti vatandaşının barınacak yer, temiz su ve elektriğe hakkı vardır” düstüruyla. Bu kadarcık bile olsa bir sosyal devletin izlerini görmek ilginç, madenlerden kaldırılan zenginlik başka yerlere akarken. Johannesburg’tan kuzeye çıktıkça Mpumalanga eyaletine doğru ilerliyoruz. Burası zengin kömür yataklarından dolayı, bir kısmı atıl da olsa çok sayıda enerji santralinin bulunduğu bir bölge. Ülkenin enerji gereksinimini neredeyse tamamı buralardan sağlanıyor. Kuzeye çıktıkça büyük kent havasından uzaklaşıyoruz, doğa etkileyiciliğini arttırıyor. Mpumalanga “güneşin doğduğu yer” demek Zulu dilinde. Hedefimiz ülkenin kuzey doğusunda iki milyon hektara yayılı Kruger Milli Parkı’nın da bulunduğu coğrafya. Aslında “panaromik hat” olarak adlandırılan bir güzergahtan geçerek dünyanın üçüncü büyük kanyonu olan Blyde River Kanyonu keşfetmek te mümkün ama bu hiç durmadan geçsek bile zaten 6 saat sürecek karayolculuğunu 3 saat daha uzatmak demek. Sürücü/ rehberimiz bizi bırakıp Kruger Milli Park yakınlarında konaklayacağımız koruma bölgesine bizi bırakıp Johannesburg’a geri dönecek. Bu nedenle Blyde River Canyonu bir başka geziye bırakıp ilerliyoruz Olifantes (Fil) nehri kıyısından. Kruger Park’ın batısında özel koruma bölgeleri var. Bunlar etrafı elektrikli tellerle çevrili, içinde çeşitli biçimlerde konaklama olanağı sunan küçük özel parklar. Küçük dediğime bakmayın, uzun süren yolculuğunuzun sonunda vardığımız Edeni Park 10 bin hektar, etrafı elektrikli tellerle çevrili bu parkın ortasında yine elektrikli tellerle çevrili bir kamp bölgesi konaklama alanımız. Ahşap kütüklerden oluşturulmuş platformların üzerinde kurulu yeşil renkte çadırlar, içinde bulunduğumuz ormanlık alanın doğal bir parçası gibi. Çadırın içi şaşırtıcı. Kocaman bir yatak, arkada bir perdenin ayırdığı bölmede çadıra özel duş ve tuvalet. Çadır kampında değil  4 yıldızlı bir otel odasındayız sanki. Odalara yerleşip dinlenmeye kalmadan saat 4’te akşam safarisi için çağrıldık. Üstü açık bir arazi aracı- o da yeşil renkli. Safari rengi üniformalarıyla iki görevli: birisi “ranger”, aracı o kullanıyor, diğeri aracın burnuna yerleştirilmiş bir koltukta seyahat eden iz sürücü.  

Kamp alanından uzaklaştıktan sonra ormanın içine dalıyoruz, araç toprak patikada ilerlerken öndeki iz sürücü yoldan geçmiş hayvanlara ait taze izleri ve işaretleri kolluyor.

Bir iz yakaladığında ranger’i yönlendirerek o izin yöneldiği başka bir patikaya direksiyon çevriliyor. İmpalalar, kudular, gnular geyikgillerden muhtelif boynuzlu ve toynaklı otoburlar. Bunlardan bolca var, çünkü onlar aynı zamanda besin. Safarinin hedefi “büyük beşi” (arslan, leopar, gergedan, fil ve buffalo) görebilmek. Yarısı yenmiş ölü bir kudunun yanından ilerleyerek ulaştığımız nehir yatağında boylu boyunca uzanmış erkek arslanı uyurken buluyoruz. Araçtan inmek, aşırı hareketlerde bulunmak ve gürültü yapmak yasak. Şöyle bir bakıyor bize, bir an gözgöze  geliyoruz. Sonrasında arslanı uykuya bırakıp yola devam. Orman alacakaranlığa gömülünce farkediyoruz 4 saati aşkındır hayvan peşinde dolaşıyoruz. İlk safarinin heyecanının ardından kampta ilk gece. Ormanın sesi dışında ses yok. Ne televizyon var ne cep telefonları çekiyor. Sabah safarisi için tan ağarmadan kalkmak gerek.


Günün ilk ışıklarıyla avcıların peşindeyiz. Ava çıkmış bir çift erkek çitanın gergin gövdeleriyle bizi umursamadan önümüzden geçişi tablo gibi. Yıkılmış ağaçların izinden gidince anneli yavrulu bir fil sürüsü. İri bir fil kulaklarını iki yana açarak bir süre süzüyor bizi. Kulakların açılması pek hayra alamet değil ama sessiz ve kıpırtısız durunca sakinleşiyor, hiç birşey olmamış gibi otlamaya devam. Aslında otlamak lafı biraz hafif, epeyce ağaç deviriyorlar. Parkta zorunlu olmadıkça hiç bir şeye müdahale edilmiyor. Devrilen ağaçlar, ölen hayvanlar oldukları yerde kalıyor. Doğanın kendi kuralları içinde dönüşüyorlar.

Kruger Parkın da yer aldığı Mpumalanga bölgesi kışları kurak yazları bol yağışlı bir ormanlık alan. Ağaçlar çok yüksek olmasa da oldukça yeşil bir dokuya sahip. O yeşil doku içinde gergedanların, zürafaların, zebraların, bufaloların, su aygırlarının, çakalların seyri heyecan verici bir deneyimdi. Envayi çeşit kuş arasında İzmir’in simgesi kabul edilen yalıçapkınını ilk defa görenlerimiz oldu. Öğrendik ki oranın kışında Kuzey yarım küreye göç edermiş.
Üç günlük kamp deneyimimizde en keyiflisi ise yarım metre ötemizde rastladığımız arslan yavruları idi. Epeyce bir süre meraklı bakışlarla birbirimizi izledikten sonra kurumuş nehir yatağının karşısından kükreyerek ortaya çıkan anne arslanlarla buluşmaları ve sonrasındaki oyunları  seyre değerdi. Dünyanın en hızlı cinsel ilişki rekoruna da tanık olduk bu arada. Babunlar bu konuda çok hızlı gerçekten, 30-40 saniyede işini bitiriverdi önümüzde. Gecenin karanlığında fener yardımıyla aradığımız leoparı görmek kısmet olmadı. Zaten o parkta sadece 7 leopar varmış. Bunu öğrenince anladık neden görevlilerin silah taşımadığını, o kadar az sayıda kalmış hayvanı turistlere bir şey olmasın diye heba etmek hiç de akıl karı değil. Hayvan az, turist ise yeterince fazla. Birine bir şey olsa yenisi  gelir nasılsa diye düşünüyor olmalılar. Zaten hayvanların en vahşisi bile yemek derdi yoksa veya bir tehlike algılamıyorsa zarar verme riski içermiyor. Tehlike daima insanoğlundan, hem hayvanlara hem de hemcinslerine.

  1. benim asla cesaret edemeyeceğim bir macera… yüreğinize sağlık
    Y.T.

    Comment by yasemin tanel — 07 Haziran 2011 @ 10:49

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL