Agito ergo sum ! -

Yunanistan

14 Nisan 2014

Atlantis Günlüğü

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Müzik: Evanthia Reboutsika- Mesa apo sena

 

 


Olimpos‘un tanrıları yeryüzünü paylaşmaya karar verdiklerinde, Poseidon‘un payına Atlantis düşer.

Engin bir denizin ortasında, verimli düzlüklere sahip bu kara parçasında yaşayan bir ölümlüye vurulur  Poseidon. Görür görmez aşık olur Cleito’ya.

Sevdiğini esirgemek için kötülükten,  yüksek bir tepeye bir ev inşa eder. Tepenin etrafını denize açılan bir kanaldan gelen  suyla doldurduğu iki büyük hendek ile çevreler. İç içe geçmiş halkalar halinde var ettiği  kara parçalarına surlar örer; ak,  kara ve al taşlardan.

Surların dış yüzeylerini değerli metallerle süsler; en dıştaki sur pirinçtir, ortadaki bakır. İçteki üçüncü suru ise altından dahi kıymetli, meçhul bir alaşımla, orikalkum ile kaplar.

Sıcak ve soğuk sular fışkırtır yerden; yer altı ve yer üstü zenginlikleriyle müreffeh bir kent kurar yarattığı adada;   denizler, depremler ve atlar tanrısı.

Antik Yunan’ın meşhur düşünürü Plato, nam-ı diğer Eflatun, Cebelitarık boğazındaki heybetli kayalıklara atıfla “Herakles sütunlarının önünde uzanır” diye tarif etse de yerini, o zamandan bu yana farklı coğrafyalarda, sayısız yere yakıştırılmış Atlantis efsanesi.

Ege denizinin göz alıcı mavisinde, denize gömülmüş bir yanardağ çöküntüsünün (kaldera) ortasında yükselen iki adacık (Nea Kameni ve Palea Kameni) ile onları çevreleyen Thira ve Thirassia adalarının oluşturduğu Santorini arşipelinin  Eflatun’un tarifine en çok uyan manzaralardan biri olduğu muhakkak. Öte yandan Santorini’de patlayan yanardağın yarattığı depremlerin ve dev dalgaların millerce uzaklıktaki  Giritte, görkemli Minos uygarlığının sonunu getirdiği de tarihsel bir  gerçek.  İster denizin doldurduğu kalderanın etkileyici görüntüsüne, ister yanardağın kudretiyle yok olan medeniyetin hikayesine kapılsın insan, farketmez. Santorini’ye yapılacak esaslı bir yolculuk Atlantis söylencelerinde  kaybolmak demek bir kaç günlüğüne.

Yıllar önce  bir gemi gezisinde, bir kaç saatliğine uğrayıp ayrılmak zorunda kaldığımız bu takım ada aklımızın bir köşesinde duruyordu o zamandan beri. Atina’dan kalkan feribot yol üstündeki bütün adalara uğrayıp her limanda indirme bindirme yaptığı için 6-7 saat süren bir yolculuktan sonra ancak gece yarısı ayak basabildik Thira‘ya.

Santorini dendiğinde  arşipeli oluşturan adaların en büyüğü olan Thira; hatta Thira‘nın merkezi Fira kastediliyor çoğunlukla. Kalderaya demirleyen devasa gezi gemilerinden boşalan turist kalabalığı Fira‘da alıyor soluğu hemen. Kıyıdan dimdik yükselen tepedeki kasabaya ulaşmak için merdivenleri tırmanmayı göze alan küçük bir azınlık dışında, herkesin teleferikle ya da katır sırtında ulaşabildiği Fira, dar sokaklarındaki dükkanları, kalderaya bakan yamaçta eşsiz bir manzaraya sahip lokanta ve kafeteryalarıyla fazlasıyla tatmin edici olanaklar sunuyor günübirlikçilere.

Önceki seferden kalma tecrübemiz nedeniyle konaklamak için Fira‘ya yaklaşık bir kilometre mesafedeki Firostefani köyünü tercih ettik bu gezide. Kaldera manzarası sunan yamaca sıralanmış lüks otellerin gerisinde, aynı manzaranın bir patika ile kesildiği nispeten mütevazi otellerden birine yerleştik. Adadaki otel fiyatları, kalderaya bakan kıyıdaki sıralarına, sundukları gün batımı manzarasına, odalara özel havuz ve jakuzi gibi “imkanlara” bağlı olarak küçük bir servete denk. Dolayısıyla Ege adaları içinde en pahalı olanlardan birisi burası.

İlk günümüzü günü birlikçiler gibi Fira sokaklarında geçirdikten sonra ikinci gün kalderadaki adacıkları hedefledik. Gezi gemilerinden yolcu taşınan aşağıdaki küçük limana inmek için merdivenleri tercih ettik hiç düşünmeden. Fakat katırların neredeyse doğal yaşam alanı halini almış bu merdivenlerden inmek yukarıdan görüldüğü kadar kolay değildi. Katırlara sürtünmeden geçmenin imkansız olduğu basamakların her iki yanındaki mebzul miktarda katır gübresinden sıcağın da etkisiyle ağır bir koku yayılmakta etrafa.


Küçük bir meraklı grubunu taşıyan tur teknesiyle kalderanın ortasında dev bir kaya parçası gibi görünen Nea Kameni‘ye yaklaşınca o koca kütlenin aslında irili ufaklı taşlardan oluşan bir yığın olduğunun ayırdına vardık. Karaya vardığımızda kıyıya yakın kesimde yer alan bir iki ağaç dışında bir canlı varlığı gözlenmeyen taşlık patikayı izleyerek tırmanmaya başladık. On beş yirmi dakikalık yokuş yukarı yürüyüşle ilk kratere ulaştık. Bu noktadan geniş bir yay çizerek  yukarı doğru devam eden on beş dakikalık parkur ise ikinci kratere ulaştırdı bizi. Atlantisi ortadan kaldırdığına inanılan volkandan arta kalan kraterler sanki Ege denizinin ortasında bir adada değil de uzak bir gezegendeymişiz hissi veriyordu, hele ikinci kraterin üzerinde tüten kirli sarı dumanla genize dolan kükürt kokusu  depremler tanrısının işinin daha bitmediğini hatırlatıyordu.

Taşlı patikadan kan ter içinde geri döndüğümüz tekne hareket edince sıcağın etkisi azaldı azalmasına ama kısa bir yolculukla vardığımız az ötedeki Palea Kameni kıyılarında yüzerek serinleme beklentisi pek tutmadı. Palea Kameni‘nin bulanık sularında kıyıya doğru yüzdükçe artan kükürt kokusu ve dipten kaynayan sıcak sular Ege denizinin bildik havasından çok farklıydı. Sıcak bunaltsa da, yeryüzünün kalderası denize gömülü tek yanardağının kraterlerinde dolaşmak, kara kayaların arasındaki kükürtlü bulanık sularda yüzmek zahmete değer. 

Adadaki son günümüzde manzaraya karşı bir kahvaltının ardından sakince yola koyulduk, bir günlüğüne emrimize amade kiralık otomobille. Adanın güneydoğusunda bulunan Thira antik kentine yöneldik önce. Uzun süren dik ve kıvrımlı tırmanıştan sonra ulaştığımız dağ doruğunda gördüğümüz, Santorini‘nin kartpostal manzaralarından çok farklı, tüm adayı kuşbakışı gözler önüne seren bir tanrılar dağı manzarasıydı. Messa Nouvo‘nun 369 metrelik zirvesinde kurulmuş antik Thira kenti. Bronz çağından beri volkanik hareketini sürdüren yanardağın zirvesindeki antik kenti ziyaret hevesi kursağımızda kaldı. Çünkü müze çalışanları grevdeydi. Fakat daha önce örneğini görmediğimiz “part-time” bir grev. Sabah erken gelsek gezebileceğimiz antik kentte grev saat 11′den sonra başlıyordu çünkü. Arkeolojik alana giremeyince manzarayla yetinmek durumunda kaldık. Bir yanda upuzun kumsalıyla Perissa plajı öte yanda adaya inen uçakların önümüzde alçaldığı Kamari plajı. Kamari adını kıyıdaki kayalıklarda oyulu, belli belirsiz bir kemerden almış, Poseidon’a adanmış bir tapınak kalıntısı. Siyah çakıltaşlarından oluşan kumsalın ötesindeyse ışıl ışıl berrak bir deniz uzanıyor. Kısa bir deniz molasından sonra adanın 567 metre ile en yüksek noktası olan Profit İlias dağına yöneliyoruz. İlyas peygamberden adını alan bu dağda manzara dışında 1712 yılında inşa edilmiş eski bir manastır bulunuyor. Dağa ulaşan yol, bir zamanlar adanın merkezi olan ve bir Venedik kalesini çevreleyen eski evleriyle bilinen Prygos köyünden geçiyor. Buradan adanın güney batı ucuna yakın bir noktada bulunan Akrotiri antik yerleşimine doğru yol alıyoruz.

Akrotiri ilk insan yerleşiminin geç neolitik dönemde gözlendiği, bronz çağında hatırı sayılır bir liman kenti olacakken yanardağdan fışkıran lavlarla zamanın durdurduğu bir yer. Üzeri lavlarla kaplanmış antik kentin önemli bir kısmı kazılmış ve  kazı alanının üzeri kapatılarak kocaman bir müze haline getirilmiş. Beş bin yıl önceki depremlerin izlerini görmek mümkün ev kalıntılarında.

Akrotiri‘de gölgede dolaşmak bile bunaltıcıydı öğle sıcağında. Serinlemek için biraz daha sabredip adanın görülmeye değer plajlarından birine, kızıl kumsal’a gitmek üzere yola koyulduk bir kez daha. Adanın güney sahilinde yer alan kumsala, araç girişine uygun olmayan, kıyı boyunca yükselerek uzayan bir patikadan ulaşılıyor. Bu keçi yolunda önce biraz bayır yukarı sonra bayır aşağı on- onbeş dakikalık bir yürüyüşten sonra vardığımız Kızıl Kumsal ismini fazlasıyla hak ediyor doğrusu. Sırtını kızıl tepelere dayamış volkanik taşların yayılı olduğu kıyıya ulaşanların çoğu gibi serin sulara attık kendimizi. Toprağın özelliğinden dolayı pek berrak olmasa da yerkürenin ifrazatından oluşan manzarayı tamamlıyor, denizin yeşile çalan mavi rengi.

Günü adanın kuzey ucunda bitirmek hedefiyle hareket ediyoruz. Kuzeyde yer alan Oia köyü  sunduğu gün batımı manzarasıyla Santorini‘deki en önemli turistik güzergah ünvanına sahip. Oia‘da yoğun bir trafik ve park yeri sıkıntısı karşılıyor bizi gün batımına yakın bir saatte varınca köye. Köy sokaklarında da aynı şekilde yoğun bir trafik var. Daracık sokaklarda, sıkışık merdivenlerde yürüyen kalabalığa kapılıyoruz bir süre.

Güneşin batmasına daha bir yarım saat olsa da insanlar manzara için ellerinde fotoğraf makineleriyle yer kapma telaşı içinde, onlarca farklı dilden nidalar yükselmekte her yerde. Tam bir panayır gürültüsü ve turist kalabalığı. Güzel bir gün batımı manzarasının keyfini çıkarmak, Ege denizinin maviliğine karşı dingin bir kaç dakika geçirmek imkansız.  Ege’nin ya da Akdeniz’in derin maviliklerinde kaybolan kızıl yuvarlağa aşinalığımız çok nasılsa diyerek ters yöne ilerliyoruz. Gerçek bir ada köyündeyiz şimdi. Begonvillerle bezeli beyaz evlerinin önünde muhabbete oturmuş yaşlılar hemşerimiz, dükkanlarını toparlayan satıcılar komşumuz sanki de, biz de köyün yerlisiymişiz hissiyle Oia sokaklarının keyfini çıkartıyoruz doya doya.   Gün batımını tüketip pürtelaş otellerine dönme gayreti içine düşecek kalabalığa kalmadan dönüş yoluna koyulduk vakitlice. Bir gece yarısı geldiğimiz adadan yine gece yarısı ayrılacağız. Kalkış saatine daha çok var  ama zaman geçirmek kolay nasılsa. Fira’da yol kıyısında bir aile işletmesi; klasik ada menüsü bir kez daha: Saganaki, cacıki, melitzana, kalamari, uzo.

Gecenin karanlığında ışıksız virajları dönenerek indiğimiz limanda, işletmecinin tembihine uyarak aracımızı limandaki ücretli otoparka değil az ötedeki boş arsaya park ediyoruz. Kapıyı kilitlemeden bırakıp yürüyoruz kıyıya, kontak anahtarını bırakmayı unutmadan elbette. Anahtar sürücü tarafında, paspasın altında.

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL