Agito ergo sum ! -

Avrupa

06 Haziran 2011

Banliyoda Bir Başkent

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Berlin Kongre Merkezi’nde sohbetimize balıklama dalıp konuştuğu Almanca’ya Fransız kaldığımızı görünce fırçalamıştı güzelce hepimizi:

-Türk değil misiniz siz?

Demek ki Berlin’deyseniz ve Türkseniz en azından, çat pat bir Almanca konuşabilmeniz  gerekiyor.

Willy ile ertesi gün ve daha ertesinde tekrarlayan karşılaşmalarımız kahve sohbetlerine dönüşünce karşılıklı hal ve ahval muhasebesi yapmak kaçınılmaz oldu. İlk günkü karşılaşmanın ve fırçanın sebebi ani gelişen bir Almanca-Türkçe tercüman ihtiyacı imiş. Yıllardır bir Türk ile evli olmasına rağmen Türkçeyi öğrenmediğini itiraf etti az biraz mahçup. Berlin’deki son günümüzün öğleden sonrasını Potsdam gezisine ayırdığımızı öğrenince de sordu:

- Nasıl gideceksiniz?

Berlin’in mükemmel metro ağından dem vurarak trenle yolculuk yapacağımızı söyleyince itiraz etti.

- Ama o zaman göremezsiniz ki?

“Neyi” demeye kalmadan iki dakikalığına kayboldu. Gelir gelmez de “Haydi gidiyoruz” dedi arabasının anahtarlarını göstererek. “Olurdu, olmazdı” derken Willy’nin arabasına yerleşmiş ve Postdam’a doğru yola çıkmıştık.

İlk durak, 20 Ocak 1942’de üst düzey Nazi yöneticilerinin Yahudi soykırımını planladıkları  konferansının yapıldığı Wannsee kasabası. Aynı adlı gölün kıyısında yer alan bu Berlin banliyosunun en güzel yapılarından biri ise, bir fabrikatörün konutu olarak inşa edilmiş olan göl manzaralı, geniş bahçeli koca bir konak: “Villa Garden Mallier”.

Bugün “Wannsee Konferansı Konutu” adıyla müze olarak hizmet veren bu yapının giriş katında Yahudi soykırımına ilişkin süreç panolarda sergilenen yazı ve fotoğraflarla anlatılmakta. Müzenin en çarpıcı yönü ise nazilerin torunlarının duygularına yer verilen kısım. En büyük insanlık suçlarını işlemiş isimlerle aynı soyadını taşımak bahtsızlığındaki kuşakların dedelerinin suçlarıyla yüzleşme süreçleri, birçoğunun çocukluk çağında karşı karşıya kaldıkları gerçeğin etkileri ürperticiydi. Böyle güzel bir göl kıyısında, böyle yeşil bir bahçede, böyle görkemli bir konutta mutlu olmak varken insan başkalarını mutsuzluğa sürükleyecek vahşet planlarını nasıl yapar, anlamak zor.

Yemyeşil bir örtünün arasında uzayan karayolu kısa bir yolculukla bizi bir köprüye getirdi: Glienicke Köprüsü.

Havel nehrinin geniş bir dirsek yapmasıyla oluşmuş Wansee gölünün iki yakasını birbirine bağlayan, pek de özellikli gözükmeyen bu demir köprünün Doğu Almanya ile Batı Almanya arasında casus ve esir değişimlerinde kullanılan mekan olduğunu öğrenince  Holywood filmlerindeki sahneler belleğimizde şöyle bir kıpırdandı. Bu nefis kıyı manzarasına soğuk savaşın soluk görüntüsünü yakıştıramadık pek. Solumuzda nehir kıyısı boyunca uzanan yeşilliğin içinde ihtişamlı görünümüyle Babelsberg Sarayı’nı bırakarak ilerleyince kısa bir süre sonra Potsdam’a vardık.

Willy, hemen bırakmadı bizi ısrarla “Bunu da görmeniz lazım” diyerek. Bize gösterdiği caminin aslında cami değil de şebeke suyu pompa  istasyonu olduğunu anlattı heyecanla.


 

İmparator Frederick, Sansouci sarayının çeşmelerinde ve fıskiyelerinde her daim su görmek istemiş. Bunun için yel değirmenlerinin kullanıldığı geleneksel pompa sistemleri yerine Havel nehrinden suyun saraya pompalanması için 17. yüzyılda buharla çalışan bu pompa istasyonunun inşasına başlanmış. Fakat hazret pek beğendiği Türk mimarisinden de bir örnek görmek isteyince Potsdam’da, cami görünümlü bu yapıyı dikmişler. Laf aramızda  etrafımızda gördüğümüz pek çoğundan daha zarif ve gösterişli.

Prusya hanedanının önemli isimlerinden olan Büyük Frederick (II.Friedrich) siyasi ve askeri başarıları, toplumu çağdaşlaştırma çabaları yanında  günümüz Berlin ve Potsdam’ındaki başlıca mimari yapıtların ortaya çıkmasına olanak sağlayan imparator olarak Almanya tarihinde ciddi bir yer kaplıyor.

İmparatorun Postdam’da yaptırdığı saray hem çok görkemli hem de ilginç öyküleri var. İmparatorun Fransız yazar ve sanatçılarına, dolayısıyla Fransızca’ya duyduğu hayranlığın bir sonucu olarak bu döneme ait yapılarda belirgin şekilde Fransızca adlandırma egemen. Adı, Fransızca’da “kaygısız” anlamına gelen Sans  ve Souci sözcüklerinden köken alan Sanssouci Sarayı ismiyle müsemma, imparatorun istirahati için ayrılmış bir malikane.

Her birinde yemyeşil üzüm bağlarının sıralandığı altı geniş terasın tepesinde Fransız tarzı Rokoko mimarisinin tüm görkemiyle karşılıyor ziyaretçilerini.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

Epeyce yürüdükten sonra imparatorun kraliyet misafirleri için yaptırdığı, Prusya hanedanının son barok  mimari örneği olarak kabul edilen yeni saray “Neues Palais”  çıkıyor karşımıza. Sanssouci parkının sonunda yer alan yeni sarayın hemen ardında ise günümüzün Potsdam Üniversitesi başlıyor.

 

 

Uzun ve yorucu yürüyüşün ardından yeniden Potsdam meydanındayız. Brandenburg kapısından giriyoruz kente bu defa. Berlin’deki gösterişli adaşına göre çok mütevazi ve daha çok da Paris’in ünlü zafer takına benziyor.

Bach’ın konçertolarıyla ünlenen Brandenburg, Federal Alman Cumhuriyetinin en büyük eyaletlerinden biri. Berlin’in banliyosu gibi gözüken Postdam’ın ise bu eyaletin başkenti olduğunu farketmek şaşırtıcı. Öte yandan Berlin de Brandenburg eyaletinin tam ortasında bir başka eyalet. Bu garip gözüken idari yapı aslında Almanya tarihindeki siyasi çelişkilerinin sonucu. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra, 1996’da Berlin ve Brandenburg eyaletlerinin Berlin-Brandenburg eyaleti olarak tek bir eyalet şeklinde birleşmesi ve başkentinin Berlin olması tasarlanmış ancak öneri halk oylamasında kabul görmeyince Brandenburg ayrı bir eyalet, Potsdam da bu eyaletin başkenti olarak kalmış. Yine de alışkın olduğumuz başkent kargaşası ve hareketliliğinden uzak, sakin bir kasaba görünümünde Potsdam.

18.yüzyılda Hollandalı göçmenler için yapılmış kırmızı tuğlalı, iki katlı evleriyle Flemenk Mahallesi, Avrupa’da neo-gotik mimarinin erken dönem örneklerinden olan  bir diğer kent kapısı Nauener Tor bir sinema dekoru havası veriyor kente.


 

İşin gerçeği, Potsdam Alman film endüstrisinin en önemli stüdyolarından birini  barındıyor sınırlarında. Marlen Dietrich’i dünyaca üne kavuşturan Mavi Melek  ya da Fritz Lang’ın kült filmi Metropolis gibi unutulmaz filmlere ev sahipliği yapan Filmpark Potsdam’ın az ötesinde, Babelsberg’te kurulu ve günümüzde de önemli filmlerin mekanı olmuş bir yer. Roman Polanski’nin Piyanist‘i, V For Vendetta, International gibi tanıdık filmler çekilmiş yakın geçmişte.

16 Temmuz 1945’de galip devletlerin liderlerinin, Truman, Stalin ve Churchill’in biraraya geldiği Potsdam Konferansı’na da ev sahipliği yapan kent yakın tarih açısından da önemli.

Tarihsel önemi bir yana, görkemli geçmişiyle barışık mimarisi, dükkanların önüne atılmış masa ve sandalyelerde birşeyler atıştıran; kahve ya da biralarını yudumlayan insanların dinginliği, beş dakikada bir geçen tramvaylar dışında motorlu araç sesinin duyulmadığı kent merkeziyle Potsdam mutlu bir banliyo yaşamını duyumsatıyor insana.  Başkent olamayacak denli sakin ve huzurlu, banliyo olamayacak denli varsıl ve gösterişli. Ama bu durum gerçeği değiştirmiyor: bu kent, hem banliyo hem de başkent.

  1. Sevgili Yüce eline kalemine sağlık. Siteni takipteyim. Daha sık güncellemeni bekleyen okuyucularından biriyim. Bilirsin okuyucular biraz “şımarıktır” bütün yazıları isterler, sık sık yeni yazı beklerler. Kızmaca yok. Madem ki bu işe soyundun, kalemine kuvvet.
    Fotoğrafların da anlatımın kadar kuvvetli. Bu güzel anlatım ve kaleminin sadeliği için teşekkürler.

    Muhri

    Not: Senden Nazi toplama kampları ile ilgili şöyle damardan yazı ve fotoğraflardan oluşan görsel şölen bekliyorum. Dedim ya; okuyucu şımarıktır, herşeyi ister.

    Comment by mehmet uhri — 07 Haziran 2011 @ 06:22
  2. Yüce galiba yeni Evliya Çelebi sen olacaksın,akıcı bir dil ve tabii onun mahrum olduğu güzel fotolarlada bizi mekana taşıyorsun.Durmak yok yola devam,madem başladın yeni yazılarını bekliyoruz.
    Tebrik ve teşekkürler

    Comment by Ali Ağzıtemiz — 07 Haziran 2011 @ 09:20
  3. Willy ile yollarınızın kesişmesi sadece sizin için değil bizim için de şans olmuş! Çok etkileyici bir anlatım:) Ellerinize sağlık…
    Y.T.

    Comment by yasemin tanel — 07 Haziran 2011 @ 10:00
  4. Yüce merhaba,
    Yazılarını zevkle okuyorum.
    Belki sende daha önce var olan ama benim görememiş olduğumu düşündüğüm güzel-akıcı bir anlatım dilin var.
    Devamını bekliyorum(bekliyoruz)
    Selamlar

    Comment by Hüsamettin Aytaş — 09 Haziran 2011 @ 10:55
  5. Sevgili Yüce, büyük zevkle okudum, fotoğraflar da harika. Ellerine sağlık. Dağarcığındakileri dök arkadaşım. Ben de takipte olucam,selamlar

    Comment by Esra Karakoç — 10 Haziran 2011 @ 07:18
  6. yüce harika bir yazı, anlatımın türk kahvesi tadında tebrikler

    Comment by seda — 12 Eylül 2011 @ 11:11

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL