Agito ergo sum ! -

Avrupa

25 Ekim 2011

Mezarlık Senfonisi

Müzik: Bedrich Smetana “Vltava”
Yazı ve Fotoğraflar : Yüce Ayhan

Soğuk ve kasvetli bir pazar sabahını, “ahmak ıslatan” bir yağmur altında, kentin uzak bir köşesinde mezarlık gezmeye ayırmak pek akıllı işi olmasa gerek.


Gotik mimarinin insanı ezmek için tasarlanmış upuzun iki kulesiyle yanı başımızda dikilen katedralin bahçesindeki mezarlıkta, garip bir tezatla huzur veren kabirler arasında dolaşıyoruz, mezar taşlarında tanıdık isimler arayarak. Burası Prag’ta yaşamış pek çok ünlü ismin yattığı Vhyserad mezarlığı. Mezarlıktan ziyade bir heykel müzesi görünümünde.  Bir çoğu mermer haçlarla veya dini heykellerle donatılmış olsa da fazlasıyla dünyevi, özgün anıt mezarlar da az değil.

Bir taş duvarın önünde yer alan bronz büstün altındaki sarı yaldız yazı ilişiyor gözüme birden. Bildik bir isim, tanıdık bir sima: Anton Dvorak. Kendimce bir huşu içinde “Yeni Dünya Senfonisi”ni anımsamaya çalışırken katedralin çanları oyunbozanlık yapıyor. Fakat sıradan bir pazar ayini çağrısı değil bu. Ardarda çınlayan onlarca çanın tınısından Smetana’nın unutulmaz senfonisi  Vltava’nın ezgileri yayılıyor etrafa. Bu hoş tesadüf,  gri gökyüzünün, soğuğun, rüzgarın, yağmurun elbirliğiyle yarattığı gam ve kasaveti yok ediyor aniden. Keyifli bir pazar konserindeyiz sanki. Hep birlikte mırıldanarak eşlik ediyoruz çanların melodisine. Bu kısa ama keyifli konserin ardından, yaşlı meşelerin altında uzanan koskoca parkın içinde bulduğumuz bir kafeteryaya oturup Becherovka ile içimizi ısıtabiliriz artık Vhyserad kalesini terk etmeden önce.



Orta Avrupa’nın en turistik kentlerinden biri Prag. Tadını çıkararak keyifle gezmek neredeyse olanaksız. Eski kent merkezi ve tarihi kalede rehberlerinin peşinde koşuşan turist kalabalığı arasında kaybolmamak için sabahın erken saatlerinde yürümeye başlamak en iyisi.  Prag’da gezmeye başlamak içinse en uygun yer “kale”. Hradcany adıyla bilinen bu bölge,  Saint Vitus katedrali ve muhtelif sarayları ile Vltava nehrine bakan bir tepede yer alıyor. Dünyadaki en büyük ve en meşhur ortaçağ şatosu olduğu söylenmekte.

Bohemya krallarının mezarlarına ev sahipliği yapan Saint Vitus katedrali Sicilyalı bir hristiyan azizi olan Vitus adına inşa edilmiş gotik bir başyapıt. Tıpta Sydenham koresi olarak tanınan bir sinir sistemi hastalığından muzdarip bu azizin marazi kasılmaları  Saint Vitus Dansı olarak tarihe mal olmuş ve azizin dansçıların, oyuncuların ve komedyenlerin hamisi kabul edilmesine yol açmış. Çek dilinde Sveti Vid olarak anılan azizin Slav mitolojisinin pek makbul tanrısı Svetovid ile isim benzerliği ise ilginç bir başka ayrıntı.

Kaleden eski kent merkezine doğru yürümek için en iyi güzergah  “Altın Yol” olarak adlandırılan bir yanında küçük evlerin sıralandığı arnavut kaldırımlı dar sokak, Zlata Ulicka. Aslında kraliyet muhafızları için inşa edilen bu evlerin bir dönem simyacılara tahsis edilmesi üzerine bu adı almış. Kafka’nın da bu sokaktaki 22 numaralı evde bir süre yaşamış olması sokağın önemini arttırıyor. Yokuş aşağı yürüyerek aşağı mahalle (Mala Strana)’de bir mola almak mümkün olsa da turist kalabalığı basmadan Charles köprüsünü geçivermek en iyisi.

Günün ilerleyen saatlerinde hediyelik eşya satıcılarının, ressamların, karikatüristlerin, müzisyenlerin iki yanına dizildiği bu köprü kararmış heykelleriyle ve uzun taş kulesiyle kasvet yayıyor ortalığa üzerinde kimseler yokken. Buradan bakıp da tepede yükselen kale ve köprünün yarattığı manzarayı görünce Kafka’nın Şato’yu yazmaması için bir sebep yokmuş diye  düşünmeden edemiyor insan. Köprüyü geçtikten sonra hiçbir zaman boş bulunamayan astronomik saatin etrafındaki gösterişli meydana açılıyor dar sokaklar. Saat başı açılan pencerelerinde azizleri görmek ve saatin etrafındaki figürlerin hareketini izlemek için bekleşen turistler meydanı dolduruyor her daim. Diğer tarafında da görkemli Tyn kilisesinin yükseldiği bu meydanı geride bırakıp kısa bir yürüyüşle ulaşılan eski Yahudi mahallesi Avrupa’nın halen faal durumdaki en eski sinagoglarından birine ve cemaatin  önemli kişilerinin mezarlarına ev sahipliği yapması nedeniyle özellikle Yahudi turistler için önemli bir çekim merkezi.

Yahudi mahallesini de meraklılarına bırakıp yürümeye devam edince eski kentin 13 kapısından biri olarak inşa edilmiş bir başka kule,  Prasna Praha karşılıyor gezginleri. Zamanında barut deposu olarak kullanılan bu kulenin az ilerisindeki belediye sarayı-Obecni Dum ise yürüyerek başladığımız Prag gezisini tamamlamak için en iyi yer. Kente damgasını vurmuş gotik yapıların tersine Art Nouveau mimari örneği bu yapının altındaki kafeterya sıcak bir kahve eşliğinde yorulan tabanları dinlendirmek ve geri kalan zamanda gidilecek Prag birahaneleri ve restoranlarına yönelik plan yapmak için en uygun yer.

Bizim için en şaşırtıcı Prag anısı ise, aşağı mahalle (Mala Strana)‘de, bir ara sokakta güç  bela bulduğumuz restoranda, Çek mutfağından geleneksel tatlar ararken birden tanıdık ritmlerin ezgisiyle kıvırmaya başlayan Çek dansözü olmuştu. Anlaşılan kebaptan sonra göbek dansı da iyi bir yer bulmuş kendisine  artık Avrupa’nın göbeğinde.

 

 

 


  1. o güzelim altın vebüyülü şehri göresim geldi.sadece kasvetli değil aynı zamanda romantiktir şehrimiz.villa betramka da mozart dinlemek vlatava ya karşı senfonik şiir eşliğinde nazım okumak aslan asker şvayk ın kahvesinde demlenmek prag baharını milan kundera yı anımsamak vs.dostum eline sağlık sonbaharda prag her derde iyi gelir.doktor tavsiyesi :) )

    Comment by şakir — 26 Ekim 2011 @ 07:31
  2. Kalemine yüreğine sağlık sevgili Yüce, döktürmüşsün yine. Bu yazıdan sonra hadi gidip gezelim desen peşinden gelen çok olur, ben dahil. Diğer müze kentlere benzemiyor, Prag. Müze donukluğu yok, yaşıyor nefes alıyor geleni geri çevirmiyor, hemen kucaklıyor. Teşekkürler sevgili dostum…

    Comment by mehmet uhri — 11 Kasım 2011 @ 07:01

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL