Agito ergo sum ! -

İzlanda

10 Ekim 2016

Arzın Merkezine Seyahat



Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Müzik: Adrian Von Ziegler-Slava, Moy Brat

Kuzeye doğru Niflheim uzanırdı, buz ve karla kaplı
Muspell vardı güneyde, ateş ve alevler içinde kaynayan
İkisinin arasındaysa bir muazzam boşluk, Ginnungagap

Kuzeyden buraya zehirli bir nehir akardı
Akar akar  donardı
Kırağı ve buz olurdu tabaka tabaka
Güneyden esen sıcak yel eritti buzu damla damla

O damlayla başladı hayat
Uğursuz orman devlerinin ilki
Ymir vücut buldu damlalardan

İlk insan Büri ise bir kayada şekillendi
Önce saçları, sonra kafası
Ve üçüncü günün sonunda tüm gövdesiyle

Büri’nin torunları, Odin ile kardeşleri
Cenk edip öldürdü devlerin babasını
Ve devlerin saltanatı sona ererken
Ginnungagap’a atılan devin cansız bedeninden yeryüzü oldu

Kanı su oldu okyanuslara,  eti toprak
Kemiklerinden dağlar, dişlerinden kayalar
Saçlarından çayırlar ve ağaçlar doğdu*

*Prose Edda (Slav Mitolojisi)


Yaradılış öyküleri çoğunlukla birbirine benzer ilahi metinlerde. Kuzeyin hikayesinin çarpıcılığı ise aşina olmadığımız bir coğrafyayı bu denli iyi betimlemesinden olsa gerek.

Kuzey kutup sınırı olarak bilinen arktik enlemin (66o) hemen yanı başında bir ada ülkesi olan İzlanda’da ilk günümüze, ülkenin en popüler gezi güzergahı olan Altın Halka (Golden Circle) ile başladık. Bu, Reykjavik’ten kuzeydoğu yönünde ilerleyerek başlayan ve güney-güney batı aksından dönüşle sonlanan ve bir gün ayrılması gereken bir yolculuk.

Başkent Reykjavik’ten ayrılarak ülkeyi çepeçevre dolanan ve tekrar başkente bağlanan  1 numaralı devlet karayoluna sürdük aracımızı. Azami hız limiti 90 km/saat olan ve karşılıklı bir şerit geliş ve bir şerit gidişten oluşan bu yoldan saparak ulaştığımız  Altın Halka’da ilk durak Thingvellir ulusal parkı. UNESCO’nun dünya mirası listesinde bulunan Thingvellir’in önemi yeryüzünün en eski meclislerinden birine ev sahipliği yapmasından ileri geliyor. İzlanda uluslar topluluğu üyelerinden oluşan ve Althing olarak adlandırılan meclis 930 -1232 yılları  arasında bu düzlüklerde toplanmış düzenli olarak. Ülkenin dört bir yanından gelen kabile şeflerinin katılımıyla toplanan mecliste yapılan görüşmeler sonunda alınan kararlar ve uzlaşılan yasalar, Lögberg (Kanun Kayası) adı verilen bir kayalık üzerinden ilan edilirmiş o vakitler.

Tarihi ve doğal güzelliği dışında jeolojik önemi de var bölgenin. Kuzey Amerika ve Avrasya tektonik levhalarının ayrılmasıyla sonuçlanan kıtasal yarılma İzlanda’yı kuzeyden güneybatıya yönelen bir kavisle katederken bunun yedi kilometresi Thingvellir’den geçiyor. Kıtasal yarılmanın izlerini taşıyan kanyon boyunca yürümek dışında buzullardan gelen soğuk ve berrak sularla dolu Silfra yarığında, her yıl birbirlerinden 2 cm uzaklaşan kıtalar arasında dalış yapmak da mümkün.

Yola devam edip  60 km kadar ilerleyince karşımıza yer yer yükselen buharlar çıktı birden. Burası gayzerleriyle ünlü bir jeotermal alan. Yer altından aralıklı olarak fışkıran bu sıcak su püskürmelerinin gayzer olarak adlandırılmasının kökeni bu bölge aslında. İzlanda lisanında “fışkıran kuyu” anlamına gelen Geysir sözcüğü  bu bölgedeki en eski gayzerin adı aynı zamanda. Geysir, bir zamanlar 60-70 metre yükseğe püsküren etkileyici bir gayzer iken zaman içinde depremlerin etkisiyle etkinliği azalmış, suskunlaşmış. Şimdilerde biraz ilerisinde yer alan Strokkur gayzeri çok daha faal, her 6-8 dakikada bir 30 metre yükseğe püskürmesi nedeniyle bir insan kalabalığıyla çepeçevre her daim. Vadide bu ikisi dışında küçük gayzerler, çamur banyoları ve kükürtlü buharlar tüttüren bacalar da mevcut. Biraz tırmanmayı göze alanları ise ilerideki tepenin ardında jeotermal alanın ürkütücülüğüne tezat yemyeşil bir vadi manzarası bekliyor.

Gayzerlere on dakika uzaklıkta bir mesafede ise Gulfoss şelalesi (Altın Şelaleler) yer alıyor. Üç ayrı kademe halinde derin bir yarığa dökülen bu şelale Altın Halka‘nın son esaslı parçası.

Zaten İzlanda bir şelaleler ülkesi. Gezi güzergahında her güne en az bir büyük şelale düşüyor. İkinci günün sabahında güneydoğu yönünden ilerleyerek adayı çepeçevre dolaşma hedefiyle yola çıkınca güneyin 3 büyük şelalesi SeljalandfossSkarifoss ve Skogafoss’u görmeden geçmek olmazdı.

Yıllar önce Avrupa hava ulaşım trafiğini kesintiye uğratması ile ünlü yanardağ, Eyjafjallajökül eteklerinden dökülen Seljalandfoss, gerisinde bulunan küçük mağaraya girerek şelalenin arkasından yürüme olanağı sunması nedeniyle çok çok popüler. Biraz ilerisinde Gljubfrabuifoss olarak adlandırılan daha ince bir şelale daha var.

Skaftafel ulusal parkında 2 kilometrelik yürüyüşle ulaştığımız, bir heykeltıraş elinden çıkmış gibi görünen, fakat aslında lavların soğurken kasılıp kırılmasıyla oluşan hekzagonal bazalt sütunlardan süzülen Svartifoss (Kara Şelale) ile Skogar nehrinin görkemine uygun ihtişamıyla arkasında 30 kadar şelale ve çavlan bırakarak 60 metre yüksekten süzülen,  15 metre genişliğindeki Skogafoss (Orman Şelalesi) güney doğu hattında görülmesi gereken başlıca şelaleler. Bunlar dışında tüm adayı dolaşan güzergah boyunca irili ufaklı pek çok şelale güzel bir yol manzarası sunuyor gezginlere.

Güneydoğu aksındaki yolculuğumuzda bir gün ayırıp geçmeye vakit bulamadığımız Westmann takım adalarını da (Westmannejjar) en azından kıyıdan görelim diyerek yoldan sapıyoruz. Kapkara bir kumsalın karşısında karanlık kütleler halinde duran takımadalara bakıyoruz uzaktan. Bu adalar üreme dönemlerinde göz alıcı renkleriyle meşhur, İzlandalıların Lundi dediği, İngilizcede Puffin olarak adlandırılan deniz kuşlarının yerleşim yeri olması nedeniyle bir cazibe merkezi. Ancak adaların İzlanda tarihi açısından ayrı bir önemi var.

Aslı Jan Janszoon von Harlem isimli Hollandalı bir korsan iken esir düştükten sonra din ve isim değiştirerek işine devam eden Murat Reis komutasındaki korsanlar o devir Osmanlı egemenliğindeki Cezayir’den yelken açtıkları dört gemiyle İzlanda’ya ulaştıklarında, önce  bu adalara çıkmışlar, bir süre sonra da Reykjanes yarımadasındaki Grindavik limanına. 1627 yılının Haziran-Temmuz aylarında yirmi altı gün süren baskının ganimeti olarak götürdükleri İzlandalılar esir pazarlarında satılmış korsanlar tarafından ve pek az İzlandalı geri dönebilmiş ülkesine çok yıllar sonra. İzlandalılar geçmişlerine damga vuran bu olayı Türk Baskını (Tyrkjaránið) olarak anıyorlar olayı hala. Bu olay sonrasında İzlanda’da bulunan Türklerin öldürülmesine olanak veren bir yasa bile çıkarılmış ama 1970’lerde yürürlükten kalkmış neyse ki.


İzlanda yolculuğumuzda şelaleler dışında da pek çok göz alıcı manzaraya tanık olduk. En etkileyicilerinden biriyse saat gece yarısına yaklaşırken tan vakti aydınlığında saptığımız toprak yolda sis çökmüş bir lav tarlasında ilerleyişimizdi.

MÖ 1783’de patlamaya başlamış Laki yanardağı ve 8 ay sürmüş lav kusması. Buzul çağı sonrasında yeryüzündeki bu  en büyük lav hareketliliği 600 kilometrekare büyüklüğündeki Eldhraun lav tarlasını oluşturmuş. Zaman içerisinde lavların üzerini kaplayan kara yosunlarının kuruyken soluk, ıslakken canlı yeşil rengi tek bir ağacın olmadığı bu düzlükte hayatın galebe çalmasının yegane işareti. Vatna buzulundan süzülen suların  oluşturduğu deltadaki çeşit çeşit kuşun çıkardığı sesler de cabası elbet. O yüzden ıssızlığın ortasındaki bu yere  hatırı sayılır rağbet var kuş gözlemcileri tarafından.


Yeryüzünün binlerce yıllık geçmişinden günümüze miras buzullar ise İzlanda’nın bir başka doğa harikası. İlk karşılaştığımız Eyjafjallajökül’ ün bir uzantısıydı. Buzul denince akla gelen beyazlıkla hiç bağdaşmayan siyah-gri kütlelerle karşılaşmak şaşırtıcı oldu başta ama sonradan bunların yıllar içinde rüzgar ve yağmur etkisiyle içine toprak ve mineral işlemiş buz kütleleri olduklarını öğrendik. Beklentiden doğan önyargımızdan kurtulunca “kirli” buzulların etrafını dolaşmanın, üzerinde birkaç adım atmanın keyfine çabucak vardık.  Ertesi gün gittiğimiz Jokulsarlon buzul gölü ise beklentimizi fazla fazla karşıladı içerisinde yüzen mavimsi beyaz buz kütleleriyle.

Jökulsarlon buzul gölü İzlanda yüzölçümünün %13’ünü kaplayan devasa Vatnajökül buzulundan beslenen bir göl. Avrupa’nın en büyük ulusal parkı olanVatnajökül içerdiği biyolojik türler yanında zengin jeolojik çeşitliliği nedeniyle de korunma altında.  Fakat tehlike çanları çalıyor yine de. 19.yüzyıl sonundan bu yana kütlesinin %10’unu kaybeden Vatnajökül, sadece son 10 yılda ise% 3 küçülmüş.

Güney’de son gezilecek yerler Höfn kenti yakınlarında bir yarımada; deniz kuşlarının yuvalanma ve kuluçka alanı olan Dyrholaey kayalıkları ile ona bitişik siyah kumsalın ötesinde  bazalt kayalıklarıyla kendini gösteren Reynisdragar.


Mütevazi bir balıkçı kasabası görünümündeki Höfn güneyde konaklanabilecek veya mola verilecek son kent. Bundan sonrasında doğu fiyordları başlıyor. Yaz aylarında günışığının kaybolmamasından yararlanarak yola devam ediyoruz. Gecenin geç ama aydınlık saatlerinde bir fiyord kıyısı kasabası olan Stodfarfjördür’de konakladığımızda bir süre sonra bastıran sis ve güneşin bulutlar arasında kaybolmasıyla oluşan alacakaranlık yaz ortasında bir kuzey ışıkları mucizesi ümidi uyandırsa da nafile.

Ertesi gün İzlanda’nın doğu şehri Egilsstadir’de kısa bir moladan sonra kenarlarında koyunların ve gösterişli İzlanda atlarının yayıldığı yolda manzaranın tadını çıkararak kuzeye yöneliyoruz. Yoldan biraz saparak özgün bir İzlanda kasabası görme umuduyla girdiğimiz geniş bir çayırın ortasındaki  Bustarfell’de çatıları çimlerle kaplı,  bitişik nizam kırmızı renkli çiftlik evleri İzlanda kırsalındaki yaşamın sadeliğini hatırlatıyor bir kez daha.

İzlanda’nın kuzeyi, Reykjavik çevresi ve güney kıyıları kadar popüler turist güzergahlarından değil, daha çok meraklısına. Kuzeye doğru yol alırken, her tarafından buharlar tüten sarı kahverengi geniş toprak parçasına ayak bastığımızda farklı bir gezegene gelmiş gibi hissettik ister istemez.

Uzaklarda zirveleri karlı yanardağların silüetleri, zamanında lavlar püskürdükçe etrafa savrulmuş kaya parçalarının arasında durup durup fokurdayan çamur gölleri, çatlamış topraktan kulak tırmalayan bir uğultuyla biteviye kükürtlü buhar fışkırtan bacaları, üzerinde buharlar tüten sıcak su birikintileri ile Namafjall, İzlanda’nın benzersiz manzaralarından biri  olarak kazındı hafızamıza.

Namafjall, Maden dağı anlamına geliyor. Zaten İzlanda’da yer isimlerinde coğrafi özellikler öne çıkıyor genellikle. Şelaleler -foss, buzullar  -jöküll,  göller -vatn, dağlar –fjall, koylar, körfezler ise -vik eki alıyor.

Namafjall isminin hakkını veren yerlerden bu nedenle. Zengin kükürt kaynakları nedeniyle barut yapımında önemliymiş çok eskiden. Günümüzdeyse dinamitten diş macununa, ilaçtan gazeteye, yapı izolasyonundan bira filtrasyonuna kadar çok geniş bir kullanım alanına sahip bir dolgu maddesi olan  diatomit üretiminde yararlanılıyormuş bu bölgedeki maden yataklarından.

Nmafjall’ı geride bırakır bırakmaz karşımıza koca bir göl, Myvatn çıktı. Fakat yakındaki kaplıcalarda yüzme düşüncesi ağır basınca göl kıyısındaki gezintimizi erteleyiverdik hemen.

İzlanda’da en tanınmış açık hava kaplıcası Reykjavik’ten 40 kilometre kadar uzakta bulunan Mavi Göl  (Blue Lagoon) İzlanda’ya gelen herkesin olmazsa olmazı. Gezimizin başlangıcında, Reykjanes yarımadasında eşsiz bir lav tarlasının ortasında, bir jeotermal enerji santralının atık suyuyla yapay olarak oluşturulmuş Mavi Gölü, aşırı kalabalık ve gereksiz pahalı bir turist tuzağı olarak tescil ettiğimiz için bu kez fırsatı kaçırmak istemedik. Göl manzarasına karşı açık havada, sıcak sularda birkaç saat geçirdikten sonra günlerdir yaptığımız uzun yürüyüşlerin yorgunluğundan eser kalmadı.

Kaplıca keyfinin ardından kısa bir yolculukla vardığımız kıyı kasabası Hüsavik, İzlanda’daki ilk yerleşim yerlerinden birisi. Denize bakan bir tepede  20.yüzyıl başında inşa edilmiş küçük ahşap kilisesi,  kıyıda balıkçı tekneleri ile balina gözlem teknelerinin demirlediği limanıyla sevimli, sakin bir yerleşim yeri. Kıyıda ahşap yapılardan birindeki isim tabelası dikkatimizi çekti: Gamlı Baukur.

İzlanda lisanında yer isimlerini telaffuz etmek zor geldiğinden hemencecik Gamlı Baykuş demeyi tercih ettiğimiz müessese 1884′de kurulmuş Hüsavik’te, şimdiki yerinden az ötede. Kıyıdaki yerleşimi ve ahşap terasıyla çok cazip geldiğinden Gamlı Baykuş’un terasındaki  tahta masalara çöküverdik derhal, keyifli bir yeme içme seansı için.

Ertesi sabah eski model bir tekneyle denize açıldık limandan. İzlanda’da popüler turist etkinlikleri arasında balina gözlemi önemli yer tutuyor. Balina gözlem turlarının çoğu Reykjavik kalkışlı olsa da bu iş için en uygun yer Hüsavik. Çünkü kasabanın kıyısına kurulduğu Skjalfandi körfezine iki farklı noktadan akan nehirlerin karışan akıntıları deniz dibini karıştırarak planktonları, planktonlar krilleri, kriller ise balinaları çekiyormuş körfeze. Üstelik Reykjavik’ten farklı olarak burada balina avı da yapılmıyor ve gözlem teknelerindeki rehberler gezginlerden İzlanda’da balina eti yememelerini istiyorlar ısrarla .

Skjalfandi körfezindeki 3-4 saat süren tur sırasında oldukça yakından birkaç kambur balina ile farklı türde birkaç yunus sürüsü görme fırsatı yakaladık. İzlandalıların denizin palyaçoları olarak tanımladığı lundi (puffin)’lerin yuvalandığı Lundey adası çevresinden dolaşarak tamamladık turu .

Hüsavik’e kadar gelmeyi başaran gezginler için Reykjavik’teki Altın Halka benzeri bir Elmas Halka (Diamond Circle) güzergahı var. Bu güzergahda  Myvatn gölü ve Asbyrgi kanyonu ile iki büyük şelale, Detifoss ile  Godafoss var görülecek başlıca yerler arasında.

Myvatn, Krafla yanardağının şekillendirdiği bir coğrafyada geniş bir alana yayılan sığ bir göl. Çevresinde geçmiş volkanik hareketliliğin izleri bolca var. Kara Kaleler anlamına gelen Dimmuborgir’de bir lav labirenti içinde kaybolmak bir süreliğine ya da göl kıyısında çok sayıda yalancı kraterin arasında gezinerek buna tanıklık etmek mümkün. Minyatür volkan ağızı görünümlü kraterler yer altındaki lav dereleri ile karşılaşan suyun ani ısı artışıyla hızla buharlaşıp yeryüzüne püskürdükleri yerler. Myvatn kıyısında ve göl içindeki adalarda bolca bulunan bu oluşumlara bu yüzden “yalancı krater” adı veriliyor ve gerçek bir lav akışı olmadığı için otlarla kaplı yemyeşil yüzeyleri gölle birlikte hoş bir manzara oluşturuyor.

Asbyrgi kanyonu ise kuzeyin baş tanrısı Odin’in sekiz bacaklı atı Sleippir’ ile ilişkilendirilmekte efsanelerde. Bunu en büyük nedeni, bir kilometreyi aşan genişlikteki kanyonun toplam uzunluğu 3,5 kilometreyi bulan dev bir at nalı şeklinde olması. Efsanelerde yeraltı ve yer üstü arasında gidip gelen şamanik bir varlık olarak tasvir edilen  Sleipnir’in toynak darbesiyle şekillendiği rivayet edilen 100 metrelik bir duvar yüksekliğine sahip kanyon, volkanik bir patlama sonrası Vatnajökül buzulunun erimesiyle oluşan sel sularının muazzam kuvvetiyle oluşmuş jeologlara göre.

Semavi dinlerin apokrif metinlerinde Adem’in ilk eşi olarak yaratıldığı ve erkeğe biat etmeyi reddederek cenneti terk edip ölümsüz olduğu anlatılan Lilith’e ilişkin söylenceler burada da yer etmiş şaşırtıcı biçimde. Asybirgi kanyonunda saklı insanların (Huldufolk) yaşadığına inanılmış yüzyıllarca. Lilith’in çocukları olduğu ve kanyonun derinliklerinde kimselere görünmeden yaşadığına inanılan bu varlıkların, İskandinav ve Germen mitolojisinde kimi zaman sevecen ve iyi yürekli, kimi zamansa hilekar ve tehlikeli yaratıklar olarak betimlenen Elfler olduğu da söylenmekte.

Asbyrgi kanyonunun 40 kilometre güneyinde yer alan Detifoss, Avrupa’nın debisi en yüksek şelalesi. Büyük bir güçle dökülen suları Jokulsa kanyonu boyunca ilerleyerek Asbyrgi’nin ilerisinden denize dökülmekte. İsmi de gücüyle ilgili şelalenin. Detifoss “Yıkan-Deviren Şelale” anlamına gelmekte.

Godafoss ise İzlanda’da pagan inancın hakim olduğu yıllarda Thingvellir meclisinin etkin kabile şeflerinden birisinin -meclis toplantısından evine dönüşte- tüm İzlanda’da hristiyanlığı egemen kılma kararıyla putlarını fırlattığı şelale olduğu için Tanrılar Şelalesi olarak adlandırılmış.

Arazi aracıyla yolculuk yapanlar için Asbyrgi ile Detifoss arasındaki taşlı yol bir başka doğa harikasına ulaşma fırsatı sunuyor: Hljodaklettar yani Fısıldayan kayalıklar.

Detifoss’dan dökülen suların oluşturduğu nehir boyunca uzanan bu kayalıkların yer aldığı Jokulsa kanyonu İzlanda’nın palagonit kuşağında uzanıyor. Kızgın lavların eriyen buzullardan gelen sularla ani temasıyla volkanik bazaltın camlaşması olarak tanımlanabilecek palagonitleşmenin en güzel örneklerini sergiliyor Fısıldayan Kayalıklar.

Kuzey İzlanda’daki yolculuğumuzu sonlandırmadan önce görülecek son yer Akureyri. İzlanda’nın başkentten sonra en fazla nüfus yoğunluğuna sahip şehri. Bu nedenle kuzeyin başkenti olarak da anılıyor. Coğrafik konumu ve özellikleri nedeniyle nispeten daha ılıman bir iklime sahip olduğu için kuzeyin cazibe merkezi olmuş. İkinci dünya savaşı yıllarında müttefik kuvvetleri için güvenli bir üs olarak kullanılan bu liman kenti günümüzde balıkçılık endüstrisi için olduğu kadar iş dünyası ve akademik ortam için de önemli bir merkez İzlanda’da.

Dönüş için Akureyri’den Reykjavik’e hem uzun bir karayolu seyahati hem de  gezinin en önemli uğrak yeri var yol üzerinde.

Yazdıklarını Charles Edmond adıyla yayınlayan Edmund Chojecki isimli Polonyalı bir yazarın İzlanda’ya yaptığı seyahatin notlarından “fazlasıyla” esinlendiği bilinen Jules Verne’ nin romanı “Arzın Merkezinde Seyahat”te başlangıç noktası olarak geçen Snaefels yanardağı ve buzulu en az yarım gün ayrılması gereken bir güzergah.

Reyjkavik’e 120 kilometre uzaklıktaki yanardağ büyük bir yarımada üzerinde yer alıyor. Deniz kıyısındaki düzlüklerde lav kayalıklarının üzerini örten karayosunları yemyeşil bir doğa manzarasına neden oluyor burada da. Roman karakterleri, profesör ve yeğeni ile rehberlerinin kıyıyı takip ederek ve o köy senim bu köy benim şeklinde at sırtında yaptıkları yolculuktan farklı olarak kestirmeden gitsek de anayoldan sapan yolların başındaki tabelalarda köy isimlerini kontrol etmeyi ihmal etmedik. Arzın merkezine yönelen maceracıların volkanın ağzına dalmadan önce konakladıkları son köy olarak bahsi geçen Arnastapi eski zamanlarda yarımadadaki önemli bir limanmış. Günümüzde ise sportif balıkçılık ve sayfiye olanaklarıyla yaz aylarında popüler bir turistik merkez. Arnastapi’den sonra yarımadanın batı ucunda bir başka lav tarlası, Hellnahraun uzanıyor. Bu lav tarlasının ortasında ise lavların yer altında kendilerine yol açarak oluşturduğu bir mağara var: Vatnshellir mağarası 200 metre uzunluğunda, 35 metre derinliğinde bir lav kanalı. İzlanda’da giriş ücreti ödenerek gezilen nadir yerlerden biri. Burayı gezebilmek için periyodik turlardan birine katılmak, kask ve fener gibi ekipmanla rehber eşliğinde mağaraya inmek gerekiyor. Romandaki gibi bir yanardağın  krater ağzından olmasa da arzın derinliklerine bir nebze olsun girmek için en uygun yer.

Yarımadayı dolaşarak yola devam etmek hem değişik açılardan Snaeffelsjokül buzululunu hem de yol üzerindeki bir başka doğa harikasını görme imkanı veriyor. İzlanda tanıtım fotoğraflarının vazgeçilmezlerinden biri Kirkjuffall. Kilise Dağı ve çevresindeki şelaleler İzlanda fotoğraflarının olmazsa olmazlarından. Fakat saat itibariyle gün ışığının uygunsuz açısı burada istediğimiz gibi fotoğraf çekmemize izin vermiyor. Bekleyecek zaman da yok. Reyjkavik’de kısa bir molanın ardından Keflavik havalimanına gitmek gerekiyor. Artık dönüş vakti. Saat gece yarısını gösterse de alacakaranlık bir aydınlıkta havalanan uçağın penceresinden son bir göz atıyoruz adaya.

Altımızda uzanan benzersiz coğrafya, başka bir dünya, başka bir yeryüzü parçası sanki…


 


 

 

ı

(Prose Edda-Slav Mitolojisi)*
  1. “Bir gezi ne kadar güzel anlatılabilir” i ispatlayan yazı!
    Harika, bilgilendirici ve özendirici…

    Comment by Nafiz — 26 Ekim 2016 @ 09:02

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL