Agito ergo sum ! -

Afrika

08 Mart 2011

Dünyanın Ucundaki Fener

Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Uçak sarp ve yüksek bir dağ silsilesini aşıp Cape Town’a alçalırken dümdüz bir alana yayılı kenti ve masmavi okyanus manzarasının keyfini çıkarmak rüzgardan rahatsız olanlar için zor. İki okyanusun buluştuğu bu kent rüzgarların da buluşma noktası anlaşılan.


Havaalanından ayrılır ayrılmaz yine tipik tenekeli mahalleler. Ancak Johannesburg’tan farklı olarak devlet tarafından yapılmış sosyal konut sayısı daha fazla  gibi. Sağda soluk rengi ve kolonyal görünümlü mimarisiyle dikkat çeken yapının Dr. Christian Barnard tarafından ilk kalp naklinin yapıldığı hastane binası olduğunu öğreniyoruz kente ilerlerken. Cape Town bir liman kenti, büyük bir uluslar arası limanı var. Kent merkezinde yine yüksek yapılar dikkat çekiyor.  Ama turistler için esas hedef “su kıyısı”.


Waterfront olarak adlandırılan bölge deniz kıyısında turistik bir merkez. Aslında eski bir rıhtım bölgesi ama günümüzde oteller, lokantalar, barlar, hediyelik eşya dükkanları, sokaklarda mim sanatçıları, müzisyenler ve turist kalabalığıyla cıvıl cıvıl bir mekan. Rıhtımda oturacağınız herhangi bir mekanda, tepesi bıçakla kesilmiş gibi dümdüz görünen Masa Dağı (Table Mountain)’nı seyrederek demlenebilirsiniz. Ancak üzerini kaplayan bulut kümesi izin verirse. Gün doğumundan günbatımına sürekli değişen bir görüntü veriyor size Masa Dağı. Yanı başında arslan silüetine benzetilerek isimlendirilen  bir tepe: Lion’s Head.  Denizde, biraz uzakta, Nelson Mandela’nın 27 yılını geçirdiği cezaevi adası Robbens Island.

Sabahın erken saatlerinde buluştuğumuz sürücü/rehberimiz önce Masa Dağı’na çıkmayı önerdi. Çünkü rüzgarın ne yapacağı belli olmuyor Cape Town’da.  Teleferik dönerek dağa doğru yaklaşırken bir sis bulutunun içine girince keyfimiz kaçtı. Çünkü zirveden Ümit burnuna uzanan yarımadayı ve iki okyanusu görme ümidimiz suya düşmüştü.
Yine de zirvede gezi yollarını izleyerek gezinmek mümkün, çeşitli bitkiler, göz alıcı sarı çiçekler arasında 5 metre öteyi görmeyi engelleyen sis bulutuna rağmen. Sonraki günlerde berrak gökyüzünü görüp hayıflandığımızda zirvedeki aşırı rüzgar nedeniyle teleferiğin çalışmadığını öğrenince üzüntümüz hafifledi epeyce.

Masa Dağı’nı geride bırakıp Cape Town’un doğusuna doğru yönelince  bir saatlik bir yolculukla Stellenbosch adıyla bilinen şarap diyarına ulaşılıyor. Stellenbosch alabildiğine geniş üzüm bağlarının ortasında kolonyal dönem Hollanda mimarisiyle sevimli bir kent. Başta küçük bir yermiş gibi gelse de önemli bir üniversite kenti olduğunu öğreniyoruz sonradan. Güney Afrika’da Cape Town’dan sonraki en eski kent. 15.yüzyıl sonlarında kurulan kent, adını kurucu valisi Simon van der Stellen’den almış. Akdeniz iklimine sahip ılıman havası, geniş bir vadide yer alan güzelim bağlarda yetişen şaraplık üzümlerinin de güzel olacağına işaret. Güney Afrika’da üretilen şaraplarının beşte birini yetiştiren bu bölgeye özgü Pinotage üzümü, Pinot Noir ile Hermitage üzümlerinin melezlenmesiyle oluşturulmuş bir tür. Üretim yerlerini ve mahzenlerini ziyaret edip şarap üretimi hakkında bilgi alabileceğiniz ve Güney Afrika imalatı Hollanda peynirleri eşliğinde şarap tadımı yapabileceğiniz pek çok şarap üretim tesisi, fanatikler için çeşitli  “şarap güzergahları” var.

Pinotage bana pek uymadı,  Fransızların Petit Verdo’su ile Arjantin’in Malbec üzümlerinden yapılan şaraplar ise valize sarıp getirecek kadar güzeldi. Güney Afrika garip bir ülke, dünyanın en ünlü şarap üreticilerinden birisi, ama Cumartesi saat 17:00′den sonra Pazartesi sabahına kadar genel satış yerlerinde (alışveriş merkezleri, marketler) şarap ve alkollü içki  satışı yasak dini nedenlerle, içmek ise serbest. Madem şişeyi vermiyorlar, içilecek mecburen istiap haddi elverdiğince. Zaten yeme içme faslı en keyifli kısmı. Deniz ürünleri bol ve lezzetli. Deve kuşu eti ise deniz ürünü dışındaki en iyi seçenek bence. Üstelik yeme içme Türkiye ile kıyaslandığında oldukça ucuz. Çok lüks olmamak kaydıyla sıradan bir restoranda karışık deniz ürünü ve şaraptan oluşan bir yemeği kişi başı 25-30 liraya yemek mümkün.

Cape Town’da ücretli çalışan beyazlar için ortalama gelir 6-10 bin rand civarında, bu yaklaşık 1200-2000 TL ediyor ki emekli maaşıyla Türkiye’de geçinemeyecekler Güney Afrika’da rahatça geçinebilirler demek. Hele okyanus manzaralı, orta halli bir apartman dairesinin de 140-150 bin liraya alınabildiği düşünülürse. Siyahlar için durum o kadar iç açıcı değil. Günlük asgari ücret 100 rand-yaklaşık 20 lira. Bu ekonomik farklılık siyahlar ve beyazlar arasında ister istemez sosyal bir fark da yaratıyor. Nelson Mandela yönetiminde ırkçılığın izleri temizlense de sosyal denge henüz kurulamamış iki ırk arasında, beyazlar ekonomik olarak daha güçlü. Örneğin ırkçı yönetim devrildikten sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’nde okullarda siyahlar ve beyazları eşitleyen bir eğitim programı uygulanmış, ama kalitenin düşmesi beyazları özel okullara yöneltmiş. Irkçı eşitsizlik yerini ekonomik eşitsizliğe bırakmış sonuçta.  Cape Town bu nedenle güvenli bir kent değil. Saat 17:00’den sonra kent merkezi neredeyse tümüyle boşalıyor, akşamları tek başına dolaşmak güvenli değil, hele gösterişli giysi ve takılarla.
Dil konusu da ilginç bu ülkede. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin 11 resmi dili var: İngilizce en yaygını ve resmi dil olarak “biraz daha eşit”  olanı. Zamanında gelen Avrupalı göçmenlerin yarattığı eski flamanca ağırlıklı Afrikaans dili de İngilizce kadar popüler beyazlar arasında. Diğer diller orijinal Afrika lehçeleri. Tüm diller resmi olarak eşit kabul edilmesine karşın bir gazetedeki haber ve yorum dikkat çekiciydi. Gazeteci verdiği bir mahkeme haberine ilişkin olarak hem sanığın hem de savcının on bir resmi dilden biri olan Sepedi ana diline sahip olmalarına karşın mahkemede sanığa çeviri yapılarak yargılamanın İngilizce yapılmasını eleştiriyordu. Ülkeden bu kadar uzakta olup  benzer gündemleri kovalamak garip.
Cape Town’daki 3. günün sabahında Atlas okyanusu kıyısından yolculuğumuz başlıyor. Güneye doğru On iki Havariler adı verilmiş bitişik tepelerin yanından geniş plajları, lüks sayfiyeleri geçerek  Hout Bay adlı balıkçı kasabasına varıyoruz. Buradan tekneyle Duiker adasına yaklaşıp üst üste yığılmış uyuklayan fok yığınını görünce zamanında fok diyarı olan kıyılarımızda metazori evcilleşmiş bir tane “Badem” dışında fok göremiyor olmak üzücü. Liman kıyısında çeşitli satıcılar, boyalı-boyasız deve kuşu yumurtaları, Afrika işi renkli dokumalar, göz alıcı yeşiliyle malakit takılar hem ilgi çekici, hem de diğer yerlerdekinden daha ucuz. Alışverişi boş verip balık halini de ziyaret edebilirsiniz. Biltong, Güney Afrika’ya özgü tuzlanmış-kurutulmuş et. Pek çok hayvanın etinden yapılabilen bu ürünün farklı balıklardan yapılmış çeşitlerini burada bolca bulmak mümkün. Bu sevimli balıkçı kasabasından ayrılıp yarımadayı enlemesine geçince Hint okyanusu kıyısına varıyoruz. Turkuaz renkli denizi, beyaz kumlarıyla güzel bir sayfiye yeri olan Simons Town’da insanların girişine kapalı bir plaj:
Boulders Beach. Plajın esas sakinleri olan penguenlere denizdeki kayalıklara tünemiş karabataklar eşlik ediyor. Plajın kıyısında dikilip saatlerce sıkılmadan izleyebileceğiniz bu manzara öyle hayvanat bahçelerinde, su parklarında falan görülebilecek türden değil. 150-200 kadar penguen, bir o kadar karabatağın yarattığı keşmekeş çok eğlenceli.
Öğle yemeğini biraz ilerde okyanus manzaralı bir yerde yiyeceğiz. Zaman zaman ortaya çıkan güneş açık havada, denize karşı yemek için iyi bir fırsat sunuyor acemilere. Acemiler Ümit burnuna yaklaştıkça babun popülasyonunun arttığını bilmeyen bizcileyin turistler elbet. Zaman zaman sürüler halinde yerleşim yerlerine de inen bu maymunsulardan  biri öğle yemeğinde konuğumuz oldu. Nereden çıktığı anlaşılamadan masanın ortasına zıplayıp bardakları devirip ekmekleri ağzına tıkıştırıp haydi yan masaya. Elime geçirdiğim bir ferforje bahçe şamdanıyla dürtüp kovalamaya kalkmak pek de iyi bir fikir değilmiş, sivri dişleriyle koca ağzını açıp bağırmaya başlayınca anladım. Babunlarla sıcak temas istemiyorsanız ekmek yemeyeceksiniz o kadar.
Adrenalin düzeyi yüksek bu öğle yemeği ardından hedef kıtanın en güney ucu. En bilinen yer olmasına karşın Ümit Burnu Afrika’nın en güney noktası değil. Avrupa’dan gelen denizciler için ilk görülen burun olması nedeniyle önemsenmiş ve Ümit Burnu olarak adlandırılmış. Ümit Burnu’nu dolanınca hemen yanı başında bir burun daha var: Cape Point. Ümit Burnundan daha yüksek, daha sarp ve heybetli görünüyor bulunduğumuz noktadan. Tepesine yaya çıkılabileceği gibi bir dekovile binerek çıkmak da mümkün. Seyir noktasından bakınca sağda Atlas okyanusu, solda Hint Okyanusu. Ufukta iki okyanusun sonsuz maviliği puslar içinde kayboluyor. En uçta dalgaların dövdüğü kayalıkların tepesinde eski bir fener.
Çocukluğumdan anımsıyorum, Kirk Douglas’in fener bekçisini, Yul Bryner’in de gemileri şaşırtıp soymak için feneri ele geçirmek isteyen korsanların reisini oynadığı, Jules Verne uyarlaması bir film vardı çok eskilerde, “Dünyanın Ucundaki Fener”.
Sanki yanımda yöremde kimse yok, eşlikçi tek ses sert rüzgarın uğultusu. Arka planda dalgaların dövdüğü kayalıklar. Birazdan kaptan Kongre ile fener bekçisi fırlayıp çıkacak kayalıkların arasındaki patikadan, önümde kapışacaklar.
Bir başıma bakıyorum dünyanın ucundaki fenere…

 

Pinotage bana pek uymadı,  Fransızların Petit Verdo’su ile Arjantin’in Malbec üzümlerinden yapılan şaraplar ise valize sarıp getirecek kadar güzeldi. Güney Afrika garip bir ülke, dünyanın en ünlü şarap üreticilerinden birisi, ama Cumartesi saat 17:00′den sonra Pazartesi sabahına kadar genel satış yerlerinde (alışveriş merkezleri, marketler) şarap ve alkollü içki  satışı yasak dini nedenlerle, içmek ise serbest. Madem şişeyi vermiyorlar, içilecek mecburen istiap haddi elverdiğince. Zaten yeme içme faslı en keyifli kısmı. Deniz ürünleri bol ve lezzetli. Deve kuşu eti ise deniz ürünü dışındaki en iyi seçenek bence. Üstelik yeme içme Türkiye ile kıyaslandığında oldukça ucuz. Çok lüks olmamak kaydıyla sıradan bir restoranda karışık deniz ürünü ve şaraptan oluşan bir yemeği kişi başı 25-30 liraya yemek mümkün.

Cape Town’da ücretli çalışan beyazlar için ortalama gelir 6-10 bin rand civarında, bu yaklaşık 1200-2000 TL ediyor ki emekli maaşıyla Türkiye’de geçinemeyecekler Güney Afrika’da rahatça geçinebilirler demek. Hele okyanus manzaralı, orta halli bir apartman dairesinin de 140-150 bin liraya alınabildiği düşünülürse. Siyahlar için durum o kadar iç açıcı değil. Günlük asgari ücret 100 rand-yaklaşık 20 lira. Bu ekonomik farklılık siyahlar ve beyazlar arasında ister istemez sosyal bir fark da yaratıyor. Nelson Mandela yönetiminde ırkçılığın izleri temizlense de sosyal denge henüz kurulamamış iki ırk arasında, beyazlar ekonomik olarak daha güçlü. Örneğin ırkçı yönetim devrildikten sonra Güney Afrika Cumhuriyeti’nde okullarda siyahlar ve beyazları eşitleyen bir eğitim programı uygulanmış, ama kalitenin düşmesi beyazları özel okullara yöneltmiş. Irkçı eşitsizlik yerini ekonomik eşitsizliğe bırakmış sonuçta.  Cape Town bu nedenle güvenli bir kent değil. Saat 17:00’den sonra kent merkezi neredeyse tümüyle boşalıyor, akşamları tek başına dolaşmak güvenli değil, hele gösterişli giysi ve takılarla.
Dil konusu da ilginç bu ülkede. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin 11 resmi dili var: İngilizce en yaygını ve resmi dil olarak “biraz daha eşit”  olanı. Zamanında gelen Avrupalı göçmenlerin yarattığı eski flamanca ağırlıklı Afrikaans dili de İngilizce kadar popüler beyazlar arasında. Diğer diller orijinal Afrika lehçeleri. Tüm diller resmi olarak eşit kabul edilmesine karşın bir gazetedeki haber ve yorum dikkat çekiciydi. Gazeteci verdiği bir mahkeme haberine ilişkin olarak hem sanığın hem de savcının on bir resmi dilden biri olan Sepedi ana diline sahip olmalarına karşın mahkemede sanığa çeviri yapılarak yargılamanın İngilizce yapılmasını eleştiriyordu. Ülkeden bu kadar uzakta olup  benzer gündemleri kovalamak garip.
Cape Town’daki 3. günün

 

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL