Agito ergo sum ! -

Kuzey Amerika

30 Aralık 2011

Yılbaşında “Hüzün” keyfi !

Müzik: J.L. Hooker “Boom Boom”

Yazı ve Fotoğraflar: Yüce Ayhan


Yılbaşına hüzün yakışmaz ama, yaş kemale erince insan yeni yıldan “daha” bir şeyler beklemez artık. Gençlikteki  umut kıvılcımları sönmese de tamamen, daha umutlu olmak ham bir hayal günümüz dünyasında. Daha sağlıklı olmak ise eşyanın tabiatına aykırı, her geçen gün bir yerinde bir araz çıkma olasılığı artar insanın. Mutluluğa gelince, bu güne dek ciddi bir sağlık sorunu olmadan ve büyük acılar çekmeden yaşadıysa insan ve öylece yaşlanacaksa zaten mutlu olmuş demektir. Dolayısıyla, daha mutlu olmak da bir iyi dileğin ötesine geçemez pek yeni yıl için.

Hani içkinin en keyifli yanı içmeye başladığımız an ya da içtikten sonra sabah uyandığımız zaman değildir ya; bir kaç kadehten sonra biraz çakırkeyif olduğumuz an yedigimizden, içtiğimizden, muhabbetten en çok keyif aldığımız zamandır; erginlik yaşları da keyif zamanı olmalı insanın. O yüzden yılın son gecesinde herkes kendince bir keyfin peşine düşer, ister evde bir aile sofrasında,  ister dostlarla bir otel balosunda, ister sevgiliyle başbaşa.

Akşamın erken saatlerine dek bir şey düşünmemişken hızlı bir kararla sokağa çıkıp Fillmore Street ‘e doğru yola koyulduğumuz o yılbaşı gecesinde olduğu gibi tıpkı.

Adını John Lee Hooker ‘ın  ünlü parçasından alan “Boom Boom Room” un kapısına vardığımızda yeni yıla az bir zaman kalmıştı. Esas heyecan verici olan ise bu mekanın Blues efsanesi Hooker’in kente yerleştikten sonra 1997′ de açtığı ve işlettiği bar olmasıydı. İçeride salınan kalabalığın arasında kendimizi müziğin ritmine bırakacağımız bir köşe bulup  tadını çıkarmaya koyulduk gecenin. Blues‘un o bildik hüznü, yılbaşının neşesiyle harmanlanınca keyif dolu bir yeni yıl gecesi kaldı anılarda.

 

Yılbaşı öncesinde de pek farklı değildi aslında. Yılbaşı ışıklarıyla donanmış kent merkezini, renk renk siklamenler arasında adımlamanın keyfi; zilini çınlata çınlata kentin yokuşlarını inip çıkan eski tramvayda seyahat etmenin keyfi; “Fisherman’s Wharf” daki doklarda yayılmış uyuklayan deniz aslanlarını izlemenin keyfi; eski bir çikolata fabrikası olan Ghirardelli meydanında gezinirken hala pek rağbet gören Ghirardelli çikolatalarını tatmanın keyfi; velhasıl pek çok keyifli olanak sunmuştu San Francisco ilk günden beri.

Kırmızı çelik gövdesiyle, körfezin girişini devasa bir anıt gibi süsleyen Golden Gate köprüsünü soğuk bir Aralık sabahında geçtikten sonra kuzeyde ilk durak Muir Woods Ulusal Parkı olmuştu. Sekoyaların dev gövdeleri arasındaki patikalarda soğuğu ve yağmuru umursamadan yürüdük epeyce. Çatlamış kırmızı gövdelerinin üzerinde yeşil bir örtüyle gökyüzünü kapatan bu yaşlı  ağaçlar Kuzey Amerika’da görüp görebileceğimiz en eski şeyler olsa gerek.

Sekoya ormanını geride bırakıp ilerlerken aşırı yağışın kapattığı yollar yüzünden rotayı değiştirmek zorunda  kalıp dağ yollarında kaybolsak da ana yola çıkmayı başardık sonunda. Yağmurun altında yola devam; hedef, bir zamanlar bu kıyılarda yaşamış Mivok kızılderililerine evsahipliği yapmış bir yarımada: Point Reyes Ulusal Parkı. Yarımadanın ucundaki deniz fenerini, fenerinin altındaki kayalıklarda da deniz fillerini göreceğiz hesapta, ama ne mümkün. Buruna yaklaştıkça çöken sis, arabayı sarsalayan şiddetli rüzgara bile eyvallah etmedi. Fenerin dibine kadar gelip de yolun iki tarafındaki kayaları döven okyanusun, hırçın dalgalarının sesini dinledik gri bir örtünün içinde. Hayal kırıklığıyla geri dönerken sisin içinde kıpırtılar ilişti gözümüze.  Biraz yaklaşınca küçük bir geyik sürüsü çıktı karşımıza. Bir an dikip gözlerimizi birbirimize  karşılıklı bakıştık sessizce, sonra herkes kendi yoluna.

Fırtına ve yağmurun hiç taviz vermediği o günün sonunda kıyıdan saparak doğuya yöneldiğimizde çoktan akşam olmuştu. Petaluma adlı küçük bir kasabada,  mütevazi bir otel odasına yerleşip de televizyonda gün boyu dolaştığımız yerlerdeki sağanak ve taşkın haberlerini görünce  ayırdına ancak vardık atlattığımız badirenin.

Ertesi sabah önceki güne oranla sakin bir havada devam ettik yolculuğumuza. İlerledikçe etramızı saran bağlar, Napa vadisine yaklaştığımızın işaretiydi.  San Francisco‘nun sayfiyesi, küçük ve sevimli bir kasaba olan Sonoma‘da,  altına hücum günlerinden kalma eski yapılar, yalnızca 20 dakikalık uzaklıktaki Jack London Parkı görmeye değer yerlerdi. Jack London‘un ölümünden sonra eşinin yaptırdığı ve  “Mutlu Duvarlar Evi” olarak adlandırdığı, günümüzün Jack London Müzesi ile yazarın uzun yıllar yaşamını geçirdiği fakat 1913′ de çıkan talihsiz bir yangınla harap olan “Kurt Evi” nin kalıntılarını ve yazarın mezarını göremedik ne yazık ki. Çünkü mesaisi biten iri yarı siyahi bayan ranger tüm ricalarımıza rağmen koca demir kapıyı bir başına itip kapatarak cipine atladığı gibi çekip gitti. Bize de sadece çevremizi saran geniş ormanda gezinmek ve yazarın bir zamanlar vahşetin çağrısına uyup geldiği bu topraklarda altın aranan günlerin hayali kaldı.

Akşamın erken saaatlerinde vardığımız Napa kasaba merkezinde biraz dolandıktan sonra çok hoş bir pansiyon bulduk. Yeni yıl ruhuyla süslenmiş, bahçesinde ışıltılı geyik figürleri dikili iki katlı eski bir evden bozma bir yer. Ertesi sabah şarabın kutsal topraklarına bir hac ziyareti: Napa vadisinde o bağ senin, bu bağ benim dolaştık gün boyunca. Bağ deyince verimli topraklarda gürbüz asma çubukları değil sadece, şarap imalathaneleri yanı sıra her bağın girişinde konak tarzı gösterişli bir bağ evi de var. İçeride de tadım ve satış bölümleri bulunmakta. Çoğu aile işletmesi bu bağların ve her işletmenin şarabı, ailenin kendi markasını taşıyor. Ünlü yönetmen Francis Ford Coppola ‘nın da burada bir işletmesi var. Kasaba merkezindeki danışmadan aldığımız broşürler bedava tadım olanaklarından haberdar olmada çok işimize yaradı doğrusu. Yine de buraya kadar gelip buranın isim yapmış bir kaç markası için 5-10 dolar karşılığında tadım yapmadan gitmek olmazdı. Cabernet Savugnion, Merlot, Shiraz gibi bildik türlerin yanında  Zinfandel, Pinot Noir gibi yöreye özgü üzümlerden yapılma şarapların tadına varmak eşsiz bir deneyimdi bizim için.

Gezinin sonunda döndüğümüz San Francisco, ışıl ışıl bir yılbaşı akşamında bekliyordu bizi. Yılbaşının ertesinde, ayıldıktan hemen sonraki eve dönüş yolunda, Napa şaraplarının tadı damağımda, Blues ezgileri kulağımda,  saatler süren uçak yolculuğu nasıl geçti bilemedim. Ama o günden bu yana, yeni yıldan en büyük beklentim: Keyif … Biraz daha keyif…


 

 

  1. Sevgili Yüce,
    Bundan sonra ki tüm yeni yıllar ve yıl başı akşamları dilediğin keyifli anların en güzellerini ve çoşkulu olanlarını sunması dileği ile sağlıklı, mutlu, huzurlu, keyifli ve çoşkulu yıllar dilerim. Sevgilerimle…..

    Comment by Rukiye Berkem — 31 Aralık 2011 @ 10:32
  2. Yücecim, keyifli bir yazı daha… Zevkle okudum, ayni yerleri ben de gördüm, gezdim ama senin yazından tekrar okumak ayrı bir tat verdi. Sanki hiç görmemişim gibi farklı, hikaye tadında… Bizde de size keyifli yıllar, sevgiler…

    Comment by Oya Ertuğrul — 31 Aralık 2011 @ 10:50
  3. Hayatımın belki en zor yılbaşını geçiriyorum. geçmiş 24 yılın ağırlığı altındayım bugün. 24 yıl umudun peşinde koşan bir adam olarak, beni nefessiz bırakan bu yılbaşına rağmen 2012 de bu zinciri kıracağımı umut etmek istiyorum. Yazmaya devam et dostum ama 70′inde bile umutların ve heyecanların peşinde koşan genç yürekleri de unutma…Mutlu yıllar…

    Comment by hakan — 31 Aralık 2011 @ 16:13
  4. Keyif adamı YÜCE’nin yeni yılda da keyfi bol olsun.

    Comment by alpay özbek — 02 Ocak 2012 @ 08:44
  5. yazılaro okurken dinlediğimiz müziklerin hastasıyım ben.
    cnbce de person of interest diye yeni bir dizi var. ilkini televizyonda seyrettikten sonra bir haftasonu ofise gelip kalan 9 bölümü de internetten seyrettim. farkettim ki her bölümün sonunda hariha bir şarkı var ve bende sadece o şarkının duygusu kalıyor…

    Comment by atil ulas — 07 Ocak 2012 @ 11:03
  6. Şans eseri yolum düştü buraya…Biraz geç rast gelmeme rağmen, yine de bu yazıyı okuyabildiğim için mutlu oldum…
    Rehber olacak yazdıklarınız:) İnanın çok keyifliydi okumak…
    Bol gezmeleriniz olsun.

    Comment by Özlem Öztürk — 11 Mayıs 2012 @ 20:08
  7. Teşekkürler,
    Ben de sizin “macera kitabını”nızı beğendim. Seyahat ve edebiyatı çok güzel harmanlamışsınız.

    Comment by yüce ayhan — 20 Mayıs 2012 @ 16:50

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL