Agito ergo sum ! -

Avrupa

09 Eylül 2011

Bir Kartpostalda Yolculuk


Yazı ve fotoğraflar: Yüce Ayhan

Etrafta köknar, gürgen ve kayınlardan oluşan göz alıcı bir orman…

Ormanı bıçak gibi kesen bir kaya oluşumu boy vermiş yükseklerde; üzerindeki derebeyi şatosu aşağıdaki yemyeşil göle abanır gibi uzatmış gövdesini…

Gölün ortasında küçük bir ada, adada yeşillikler arasında süzülen çan kulesiyle mütevazi bir bir kilise…

Dört dörtlük bir kartpostal manzarası sunuyor Bled ziyaretçilerine.

Bu manzarayı tesadüfen bir fotoğrafta gördüğümden beri aklımın bir köşesindeydi. Bir Slovenya gezisi söz konusu olunca başlıca varış noktası oldu kaçınılmaz olarak.


Bled, Slovenya’nın kuzey batısında Julian Alpleri olarak adlandırılan dağların eteklerinde bir göl ve göl kenarındaki huzurlu kasabanın adı. Pazar gününün kalabalığı ve hareketliliği gündelik sakinliğini ortadan kaldırsa da huzuru bozmuyor. Herkes kendi dünyasında çünkü. Kimisi göl kıyısında yürüyüş yapıyor,  kimisi kıyıdaki çimenlere yayılmış güneşleniyor.
Bisikletçiler gölün çevresinde turluyor. Kürekçiler güz başındaki  yarışlara hazırlanıyorlar gölü bir baştan bir başa geçerek. Kimileri özel plajlarda şemsiye altı şezlonglarda sıcakladıkça göle dalarken bir çoğu da uygun, kaçamak bir köşeden göle atıyor kendini.

Faytoncular sıcağın etkisiyle mayışmış atlarıyla ağaç gölgelerinde müşteri bekliyorlar, onlara inat tekneciler küreklere asılıp hababam müşteri taşıyorlar adaya. Pletna adı verilen, kıçtan çift kürekli geleneksel tekneler bu göl manzarasının vazgeçilmezleri. Göl kıyısında yer yer dizili duran nilüferler arasında gezinen kuğular ve ördekler de manzaranın tamamlayıcıları.

Bu dünyadan uzaklaşıp bir kaç gün de olsa başka bir dünyada yaşamak isteyenler için bulunmaz bir yer burası. Çok etkileyici bir doğa var. Üstelik sadece Bled’de değil çevresinde de.


Bled’den kısa bir otobüs yolculuğu 7 km ötede bir boğaza ulaştırıyor bizi: Vintgar Gorge. Slovenya’nın en büyük ulusal Parkı olan Triglav’ın güney sınırını çizen Vintgar Boğazı 1600 metrelik bir uzunluğa sahip bir kanyon. Ortasından zümrüt yeşili bir su akıyor irili ufaklı çağlayanlarda köpürerek. 

Kanyon boyunca, çoğunlukla yeşil bir tünelin içinde gökyüzünü görmeden, dar ama güzel düzenlenmiş, ahşap yolların üzerinden ilerliyoruz. Yürüyüş parkurunun bittiğini nehrin savrulduğu şelale haber veriyor herkese. Kısa bir dinlenmeden sonra aynı yoldan geri dönüş. Bu parkuru 1,5-2 saatte bitirebilenler otobüsü yakalama şansına sahip. Çünkü tek bir otobüs seferi var ve Bled’den saat 10:00′da hareket edip 12:30’da geri dönüyor.



Bizim gibi kendini sınırlamak istemeyenler içinse -bisiklet kiralamadıysanız- tabana kuvvetten başka seçenek yok.
Vintgar’dan Bled’e yürümek isteyenler için daha kısa (4 km) bir yürüyüş yolu da var. Bu yoldan yürüyerek dönünce gidişi otobüsle yapmakla doğru bir iş yaptığımızın ayırdına varıyoruz. Çünkü Bled’den Vintgar’a giderken yukarı çıkılıyor dönerken ise iniliyor. Dönüş yolu birbirinin aynı köylerden geçiyor. Köylerde hemen hepsi iki katlı, altı taş/beton, üstü ahşap kaplama evler. Bahçelerinde çoğunluk elma ve armut olmak üzere meyve ağaçları. Sardunyalarla ortancaların renk cümbüşü ise aynılığın tekdüzeliğini silip capcanlı bir başka manzara yaratıyor. Tek şikayetimiz ağustos güneşi. Bir dağ havasından beklenmeyecek bir sıcaklık yayılıyor ortalığa. Neyse ki yol kıyısındaki koca meşelerin altına yürüyüşçüler için tek tük bırakılmış banklar var da arada bir gölgede soluklanmak mümkün.

 

 

Bled’e giriş biraz rampa olunca nasılsa her koşulda yokuş çıkacağız deyip Bled Kalesi’nin yolunu tuttuk önce. Kale olarak anılsa da daha çok bir ortaçağ şatosu. Zorlu bir yokuşu tırmandıktan sonra hendeğe devrilmiş zincirli tahta kapıdan şatoya adım atıyoruz. Şatonun göle uzanan duvarlarına varınca görülen manzara tüm yorgunluğa bedel. Herşey, kasaba, göl, ada, orman ayaklar altında. Manzara fahiş giriş ücretini bile unutturuyor insana.

 

Bu zorlu yürüyüşün ardından en iyisi bir an önce gölün serin sularına koyvermek kendini. Aslında yüzmek için ayrılmış biri ücretli iki plaj dışında yüzmek yasak ama yasak tabelada kalmış. Herkes bulduğu bir düzlükte havlusunu sermiş çimenlerin üzerine, kıyıdan kendini suya bırakıyor bunaldıkça.

Bled’den otobüsle yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından vardığımız Ljubljana ilk bakışta sevimli bir tarihi kent görünümünde.   Bled’in varsıl görüntüsüne göre yoksulluğun izleri sezilse de kent sokaklarında, kıyısına kurulduğu Ljubljanica nehri üzerindeki köprüler ve karşı tepede yükselen kalesiyle görmeye değer bir kent. Ama üçyüzbinlik nüfusuyla Avrupa’nın en küçük başkentlerinden birini oluşturan Ljubljana yarım günde gezilebilecek bir şehir.

 

Sloven mimar Jože Plečnik tarafından tasarlanmış, yanyana dizili üç köprüden oluşan Tromostovje köprüsü ile köşebaşlarını bronz ejderha heykellerinin süslediği  Zmajski (ejderha)  köprüsü kentin başlıca simgeleri. Zaten küçücük bir ülke olan Slovenya kent gezisi yapmaktan ziyade olağanüstü doğa manzaralarına tanık olmak için  uygun bir coğrafya. Ljubljana’dan bir buçuk saatlik tren yolculuğunun ardından indiğimiz istasyonda ıssız bir Anadolu kasabasındaymışız hissiyle bulduk kendimizi. Postojna kendi halinde küçük bir kasaba. Ortalıkta kimse yok. Geçmiş yıllarda tren yolcuları için hizmet veren dolmuşların da artık kaldırıldığını öğrenince mecburen yine tabana kuvvet. Gün ortasında bile sessiz sedasız kasaba merkezini geçip ağaçların altında bir iki kilometre daha yürüdükten sonra Slovenya’nın en büyüğü olan Postojna mağarasına varıyoruz. Mağaranın çevresi, kasabanın ıssızlığıyla tam bir tezat oluşturuyor. Tur otobüslerinden dökülen kalabalık, giriş kuyruğu, hediyelik eşya dükkanları, restoranlar tam bir curcuna. Biletimizi alıp saat başı turu için kuyruğa giriyoruz öğle sıcağında. Biraz sonra içeride 8 derecede üşüyeceğimizi bilmenin heyecanıyla bekliyoruz. Tur bir tren yolculuğuyla başlıyor. Toplam uzunluğu 21 km olan Postojna mağarasının 5 kilometresi gezilebiliyor ve bunun ilk 2 kilometresini küçük bir tren ile geçiyoruz



Yolculuğun sonunda ulaştığımız geniş bir galeride dil gruplarına göre bölüyorlar ziyaretçileri. Yaklaşık 300 kişilik grup İngilizce, Slovence, Almanca, Fransızca ve İtalyanca tercihlerine göre gruplara ayrılarak rehber eşliğinde yürümeye başlıyor. Geri kalan 3 km boyunca güzel ışıklandırılmış galerilerde çeşitli renklerde kaya oluşumları arasında etkileyici bir gezi deneyimi yaşıyoruz. Fotoğraf çekmek aslında yasak ama burada da pek hükmü yok, ışığın izin verdiğince fotoğraflarımızı çekiyoruz. Yürüyüşün sonunda trenle mağaranın ağzına dönüp artık o kadar kavurucu gelmeyen yaz sıcağında kemiklerimizi ısıtıyoruz.

Issız Postnojna istasyonuna dönerken Slovenya maceramızı bu mağarada bitirdiğimize hayıflanıyoruz. Oysa daha gidilebilecek pek çok yer burada.

Bir ucu İtalya’ya uzanan Divaca mağaraları…

Avrupa’nın en ormanlık 3. ülkesi olmasını sağlayan ulusal parkları…

Kış sporları için  çok rağbet gören Bohinj  Gölü ve vadisi…

Habsburg hadenanı için yetiştirilen Lipizza atlarıyla ünlü Lipica köyü…

Hepsi doğayla yakın temas kurmak için güzel seçenekler. O yüzden ülkemizdeki genel turizm anlayışı  açısından pek makbul olmasa da; etraftan “Ne var ki Slovenya’da” gibi sorulara maruz kalsanız da en güzel gezi güzergahlarından biri Slovenya, kartpostallarda gönlünüzce dolaşmak için.




  1. Bu kartpostallar yani fotoğraflar :) bir masal ülkesinden sanırım. Anladığım kadarıyla gerçekten görülmesi gereken muhteşem yerler ama blog sahibinin gözünün ve kaleminin bu güzelliğin ifadesine katkısı da inkar edilemez bence. Teşekkürler…

    Comment by tuba kayman — 09 Eylül 2011 @ 22:18
  2. TEBRİKLER…

    Comment by binnur halil — 15 Eylül 2011 @ 07:40
  3. Bu ballı anlatım ve rüya gibi fotoğraflardan sonra “ne yapıp ne edip oraları görmeliyim” diyor insan.

    Comment by İdil Tekin — 22 Eylül 2011 @ 08:41

Yorum yapın

Bu yazıya yapılan yorumlar için RSS beslemeleri. TrackBack URL